AVİGNON: LUBERON MASALI

Bu sene ne çok festivale, ne çok kalabalığa tanıklık ettim.Gündüzü de güzel Avignon’un, gecesi de! 

 

Hem lavanta kokusunu içimize çekmek istiyoruz yolculuğumuz sırasında, hem de Avignon’da her sene yapılan festivali kaçırmamak. Daha önce de dediğim gibi bu tarihlerde burada olmamızın yegane sebebi bu!
Avignon, Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil olan şehirlerden biri. Bunu da sonuna kadar hak ediyor. Toskana’yı gezerken de aynı duyguları yaşadığımı anımsıyor. Şehirden uzaklaştıkça insanın karşısına çıkan tüm küçük köyler ve kasabalar aynı şarkıyı söylüyor insana: Huzur.
Masamda açık duran defterime şöyle yazmışım Temmuz ayında gezdiğim topraklarda:
” Allahım, tam bir festival şehri burası! Sokaklardan müzik yayılıyor kulaklarıma!”
Otelimiz Papalık Sarayı’nın hemen yanında; bu da demek oluyor ki Avignon’un tam merkezindeyiz. Papalık Sarayı’nın önünde artık görüp de kanıksamadığım kocaman bir meydan: Place de I’ Horloge Meydanda dolaşan kalabalık, sokak şarkıcıları, kafeler, sevimli gezi treni…
Pek afilli bir yerdeyiz hani. Meşhur St. Benezet Köprüsü, Avignon’un tüm şehri sarmalayan duvarlarının hemen arkasında, otelin çok yakınında.
Şehre girmeden önce arabayı par etmek için park yerini ararken uzaktan görüyorum köprüyü. Rhone Nehri’nin üstüne kurulmuş taş bir yapı. Bir yakayı diğer yakaya birleştirmiyor artık. Yine burası da Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’nde olmasına rağmen, bana pek de sevimli gelmiyor. Bu taş yapının üstüne çıkmak için para istemelerine sinir oluyorum ve kendi küçük protestomu yapıyorum.
Papalık Sarayı’nı  ya da başka bir yapıyı gezmek için bilet kesmelerini anlıyorum da, bir köprünün üstüne çıkmak için para istemeleri çok saçma geliyor bana.
Pek meşhur bir Fransız çocuk şarkısında ( Sur le Pont d’Avignon) adı geçen köprünün ezgisini bir kenara bırakıp, kendi yurdumdan bir ezgi ile devam ediyorum yola!
 ”Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!”
Dün gezdiğim Aix en Provence sokaklarında lavanta balı değil de, ruhumu rölantiye alan başka bir şey satın aldım galiba. Avignon’da telaşsız etrafta dolaşan, yerlerde yatan ve yüzlerinde huzurlu bir ifadeyle gitarlarının tellerine dokunan insanları görünce kafenin birinde bir sandalyeye çökmek ve yerimden kalkmamayı istiyorum.
Papalık Sarayı ve önünde uzanan kocaman meydan odanın penceresinden gözüküyor. Gece yağan yağmurla birlikte, parke taşların üzerini gasp eden ıslaklığa ve sessizliğe hayran oluyorum. Hani şu gezginin yanında taşıdığı oğlu olmasa, atacak kendini sokaklara!
Bu sene ne çok festivale, ne çok kalabalığa tanıklık ettim.
Gündüzü de güzel Avignon’un, gecesi de!
İlk defa burada Turizm Ofisi’ne giremiyorum. Kapının önünde uzanan sıra o kadar uzun ki, değil beklerken düşünürken bile günlerimi heba ediyormuşum gibi hissediyorum.
Elimizde ne varsa yola onunla devam etmekten yanayım. Zaten küçük bir şehir burası, mutlaka aradığımız bir kapıya denk geliriz.

 

 

 

 

Her akşam bir gösteri var. Şehrin dört bir yanına yayılmış tiyatro oyunlarını izlemek mümkün. Ne yazık ki, Fransızca bilmiyoruz. Bu da bize her köşe başında kahve içmekten başka şans bırakmıyor. 🙂
Üstümüze yerleşen atalet duygusundan nasıl da memnunuz. Gece meydanın hemen ortasındaki küçük dönme dolaba teslim ediyor oğlan kendini: niyeti kendine bir arkadaş bulmaktan öte değil aslında.
Şehrin dar sokak aralarında dolaşmak ise benim romantizm anlayışımın tam da üstüne denk geliyor.

 

 

 

 

 

 

 

Avignon tarihi binalarından ve anlattığı hikâyelerden çok Luberon Bölgesi’nin havaya yaydığı lavanta rehavetiyle iz bırakıyor Temmuz 2013’de bende.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir