Saygon Gezisi Biterken: Saygon’a veda.

Can Tho’dan ve Mekong Nehri’nde yapılan bir geziden havaalanına dönmeden önce, Ho Chi Minh City’ye yani eski adıyla Saygon’a uğruyoruz. Eksik kalan çok şey var biliyorum ama bu şehrin hakkını bu saatten sonra ne yaparsak yapalım veremeyeceğimizin de farkındayım.
Gelmeden önce doldurduğum Saygon’da yapılacaklar listesinin altını dolduran her madde, yazıldığı şekliyle duruyor.
  • Cu Chi Tünelleri‘ne gidilecek.
  • Notre Dame de Saigon Kilisesi’ni unutma!
  • Postaneyi gezmeden ve Kuzey’e oradan bir kart atmadan gelme!
  • Başkanlık Sarayı!!!
  • Savaş Müzesi (War Museum)
Benim liste öylece defterimin arasında yatıyor. Herhalde başka bir zamanı bekliyor üzerine işaret konsun diye. Hayır, “Kuzey’e kart atmadan gelme!” yazmışım. Hızla harekete geçmem gerek.
Cu Chi Tünelleri aklımda kalıyor. Şehrin 70 kilometre uzağında bulunan, savaş sırasında Viet Kong’lu gerillaların içinde yaşamlarını sürdürdüğü bu tünellere gitmemiz imkansız gözüküyor. Gitsek dahi, benim bu tünellerin içine girmem imkan dahilinde değil. Yine de Vietnam’a ve özellikle Saygon’a gelmişken, tünellerin bu kadar yakınına kadar ulaşmışken gidememek, şu gezgin ruhuma yakışmıyor. İçimden kendimi ayıplıyorum.
Vietnamlılar, bizim Amerikan filmlerden öğrendiğimiz üzere 1965-1973 yılları arasında sekiz yıl sürmüş bu savaşa Vietnam Savaşı demiyorlar. Hemen düzeltiyorlar: Onların lügatında sekiz milyon sivilin canını alan, yaraları bir türlü tam anlamıyla iyileşemeyen savaşın adı Amerikan Savaşı. Amerikan Politikalarını şimdi daha iyi öğrendik ya, yine de sormadan edemiyor insan kardeşim ne işiniz varmış buraya diye?
Pek tabii, komünizmin önünü kesmek için dökülmüş bunca kan. 
Cu Chi Tünelleri’ne gidemeyeceğimizi usulca kabul edip, Saygon’un bana sunmayı kabul ettiği yerlere çeviriyorum bakışlarımı. Vietnam hâlâ komünizmle yönetilen bir ülke. Saygon şehrinin adının değiştirilecek yerine ismi verilen Ho Chi Minh (Ho Amca’nın şehri) ise ülkenin kurtarıcısı ve kurucusu. Tüm ülkede Ho Amca’ya inanılmaz bir saygı gösteriliyor.
Otobüsümüz ilk önce Başkanlık Sarayı’nın önüne yanaşıyor. Trafik yavaş yavaş hızlanmaya başlamış. Motosiklet trafiği sokakları neredeyse bütünüyle ele geçirmek üzere. Demir parmaklıklı geniş kapının önünde otobüsten iniyoruz. İçeri girmemizin imkanı yok. İçeri girip girmemenin mümkün olup olmadığını bilmiyorum ama, fotoğraf çekilmesinin yasak olduğunu birçok blogda önceden okumama rağmen, rehberimiz Tiin fotoğraf çekebileceğimizi, bunun sorun yaratmayacağını söylüyor. Tiin’in İngilizcesine tam alışmışken ondana ayrılıyor olmak çok üzücü.
Başkanlık Sarayı’nın kapısında, Caddebostan’da Vakko’nun önünde fotoğraf çektiren Balkan turistler gibi diziliyoruz. Başkanlık Sarayı’nın içini görsem de bir şey farketmeyecek ya, hırs yapıyorum işte.

 

 

 

Başkanlık Sarayı’nın önünde bir poz fotoğraf çektirmenin bedeli: Paha biçilemez. Yukarıdaki listenin bir maddesine çentik atmış oluyorum böylece.
Buradan otobüse binerek Savaş Kalıntıları Müzesi’ne gidiyoruz. (War Remnants Museum)
Bir gezgin için en kötü şey, görmek istediği yerleri hızlı bir şekilde görmek zorunda olması. Her kafadan ayrı bir ses çıkmasını ayrı bir yere koyacak olursak, (ki bu seyahati paylaştığım her arkadaşım çok uyumlu ve iyi niyetliydi) bir program dahilinde hareket etmek zor oluyor. Ya da ben öyle hissediyorum. Elini kolunu sallayarak gezme ihtimali sanki insanın elinden alınıyormuş gibi geliyor bana. Savaş kalıntıları Müzesi’nin önüne geldiğimizde kapının önünde bir müddet durup, etrafıma bakındım. Binanın önünü kaplayan geniş alanda savaş sırasında Amerikan Ordusu’nun kullandığı savaş uçakları, tanklar, toplar duruyordu. Ne tuhaf ki savaşın üstünden çok zaman geçmemesine rağmen, bugün turistlerin dışında Vietnamlılar bile fotoğraf çektiriyordu.
Üç kat halinde sergilenen savaş kalıntılarını üst kattan başlayarak gezmeyi uygun gördük biz. Hızlı adımlarla binanın üst katına çıktık.

 

 

 

Savaş muhabiri Robert Capa’yı Hemingway ile birlikte katıldıkları savaşlardan hatırlayanalar mutlaka olacaktır.  O da bu savaş sırasında hayatını kaybediyor.

 

 

 

 

Rehber, savaş sırasında kullanılan ‘orange agent’, portakal ajanı isimli kimyasalın kullanıldığı andan itibaren beş nesli etkilediğini söylüyor. İki nesli geride bıraktık diyor. Hâlâ önlerinde acıyla karşı karşıya kalacak üç nesil daha var.

 

 

 

Müzeden sonra meşhur Postane binasına gidiyoruz. Fransız sömürgeciliğinin izlerini taşıyan yapılardan bir tanesi de Postane. Notre Dame de Saigon Kilisesi ise Paris’te bulunan Notre Dame Katedrali’nin daha küçük bir versiyonu. Gittiğimizde kilise kapalı olduğu için sadece dışardan fotoğrafını çekebildik.

 

 

 

 

 

 

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Saygon Gezisi Biterken: Saygon’a veda.” yazısında 6 düşünce

    • özlem öztürk diyor ki:

      Ben de seni çok keyifle okuyorum. Anılarına bu derece sahip çıkman hoşuma gidiyor en çok da! Bu kadar net hatırlaman, dünmüş gibi geçmişte yaşadıklarını yanında taşımam. Bir de kızlarla yapılan ve sabaha dek süren sohbetler…. Belki bir gün Bern'de o masaya dördüncü olurum, bilesin.
      Sevgiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir