Ha Long Bay: Dünyada cennetten bir köşe varmış sahiden!

Halong Bay‘e gitmiştik. Bir çoğunuz buranın adını Ayşe Arman’ın Vietnam gezisi ile ilgili yazılarından duymuştur. ”Cennet”, diyordu Halong Bay için. Abartmamış inanın.
Biz Halong Bay‘e gittiğimizde yağmur çisil çisil yağıyordu. Otobüsün camına başımı yaslamış, düşünüyordum. Böyle zamanlarda insan ne düşünür ki? Hiçbir şey!
Camın arkasından yol boyunca gözlerimize ulaşan manzara ülkenin tüm fakirliğini gözler önüne seriyordu zaten. Çekirge, karafatma, elma kurdu, yılan daha da ötesi köpek yiyen bir halktan bahsediyoruz. Oturduğumuz yerden ahkam kesmek kolay tabii ki. Canları çok istediğinden akla gelmeyecek bu hayvanları yediklerini düşünmek insanın kendini kandırmasından başka bir şey değil! Yıllarca savaşmışlar, toprak altında bir metreyi bulmayan sığınaklarda yaşamışlar, aç kalmışlar ve ne bulurlarsa onu yemişler. Bunlar benim düşüncelerim elbet, kimseyi bağlamaz.
Köpek yemenin içime dokunan acıklı kısmının ötesinde, yedikleri diğer şeylerin hiçbiri ne midemi bulandırdı, ne de şaşırttı beni.

 

Arkamızda bıraktığımız küçük liman!
Halong Bay ise Tanrı’nın Vietnamlılara bir armağanı sanki. Denize yakın yaşıyor olmanın verdiği tanıdıklıkla, Güney Çin Denizi’ne yaklaşır yaklaşmaz burun deliklerimin titrediklerini hissettim.
Hâlâ bir belirsizlik içinde arabada yolculuk ediyoruz. Yağan yağmurun naifliği beni yanıltıyor olsa gerek çünkü buraya kadar gelmemize rağmen tekneye binebilme ihtimalimiz zayıf. Fırtına yüzünden Hoi An‘a gidemedik ama buraya kadar gelmişken denizin üstünde bir gecemi geçiremezsem üzüleceğimi biliyorum.
Cennetin tam kıyısındayım ne de olsa!

 

Bizi konaklayacağımız tekneye götürecek olan küçük teknenin olduğu limanın kenarına kurulmuş kafenin içinde bekleşiyoruz. Kader anını bekliyoruz. Kafe derme çatma bir yer: sevimsiz, soğuk!
Lily’den beklediğimiz haber geliyor sonunda. Tekneye bineceğiz ve Halong Bay’de bir gece konaklayacağız.
Rutin Vietnam kanunlarından biri gereği can yeleklerimizi üzerimize geçiriyoruz. Tekneye binme izni çıktı ya, bu sefer açıkta sıralanmış tekneler içinde gözlerimle en güzel tekneyi seçmeye çalışıyorum. Üzerinde yeşil bitkilerin olduğu bir tekneyi gözüme kestiriyorum. Açıktaki teknelerin içinde en güzeli bu tekne. Dileklerim bir kez daha gerçekleşiyor ve bizi taşıyan minik tekne bu büyük teknenin kenarına yanaşıyor.
Teknenin restoran olarak kullanılan üst katına çıktığımızda görevlilerden biri bize tekne ve tekne kuralları ile ilgili uzun açıklamalarda bulunuyor. Huzuru bozan bir ses gibi algılıyorum görevlinin sesini. Aklımdan geçen tek şey şu: Birazdan aşağı kamaramıza ineceğim, üstümdeki monttan kurtulup rahat bir kıyafete kavuşacağım ve sonra tekrar buraya çıkıp yağmaya devam eden yağmurun tadını çıkarmak için camın kenarındaki yerimi alacağım.

 

Tekneyi de, kamaramızı da çok beğeniyorum. Güneşin kendini göstermesine duacıyım ya, yine de her şey  çok güzel!
Yola çıktığımızdan beri o kadar hızlı hareket ediyoruz ki, kendimizi dinlemek için fırsat bulamadık. Ben Halong Bay’de teknenin içinde tam da şu anda oturup keyifle bir çay içmek istiyorum. Hepsi bu!

 

”İstanbul’da bir bayramı bırakıp geldim buraya. Sakince uzanan Güney Çin Denizi üzerinde bir noktaya indirgenmiş olarak teknenin güvertesinde oturuyorum. Bu an’a dair düşünülecek hiçbir şey yok. Denizden gökyüzüne doğru irili ufaklı yükselen kireç taşı oluşumları tarifi zor bir görüntü oluşturuyor. Küçük tepeciklerin üstü paletten alınıp, bolca sürülmüş bir yeşille ağaçlandırılmış gibi. Belki tuhaf ama, altında denizin olmadığı bir Kapadokya hayali canlanıyor gözümün önünde.”

Tekneye, denizin ortasında olmaya, hafif hafif çiseleyen yağmura ve kalabalığın içinde bulabileceğime inandığım yalnızlığa seviniyorum. Hava biraz daha güzel olsaydı, denize bile girerdim. Birkaç saat önce burada olabilme ihtimalim bile yoktu. Yağan yağmura inat, emekten ve kano gezintisinden sonra arkadaşlarım denize girecek. Ben çayımı alıp keyif yapmayı tercih edeceğim.
Sanki düşündüklerimi yukarıda duyup, dinleyen ve her dileğimi yerine getiren biri var. Yemeğe oturduğumuz zaman hepsi birbirinden lezzetli yemekler geliyor masaya. Deniz ürünleri olduktan sonra mutluluğuma diyecek yok; lakin olur olmaz her şeye kişniş katmasalar nasıl güzel olur. Ne zaman ağzıma şu otun tadı gelse, kalıveriyorum öyle. Sabun ısırmak ve onu yutmaya çalışmak gibi bir şey kişniş yemek. Vietnam’da hiç yapmadığım ve yapılmasından hoşlanmadığım bir şey yapıyorum: Birkaç kez yemeğimi ağzımdan peçeteye çıkarıyorum. Üzgünüm ama benim için kişnişin yenir yutulur bir yanı yok.

 

Tabakta tek başına görünen şey, yengeç dolması. Kendiminkini yedikten sonra, Selçuk’un tabağındakini de yiyorum.
Biraz sonra küçük kanolara binerek denizin ortasındaki balıkçı kasabasını görmeye gideceğiz. Yazmaktan çok fotoğraflarla göstermeye çalışacağım oraları da.
Çiseleyen yağmurun tadına bakmak için teknesinin üst katına çıkıyoruz.

 

 

 

Aşağıdaki son fotoğrafta da mutlu sona ulaşmış beni görmektesiniz. Allah kimseyi çaysız bırakmasın!

 

Benimle Halong Bay‘e hangi kitap gitmiş, bilin bakalım?

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Ha Long Bay: Dünyada cennetten bir köşe varmış sahiden!” yazısında 2 düşünce

  1. lale diyor ki:

    Senin yazılarını okurken çok acıkmışım ve masaya da en sevdiğim yemek gelmiş gibi bir his oluyor içimde…Ben bunları senden canlı canlı dinlemiştim ama yazını okumak bambaşka oldu… Hangi kitabı bitirdin kıs… Ha bi de 8 şubattta buralarda mısın?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir