Hayata bakışımızı değiştiren, yaşamı anlaşılır kimi zaman da katlanılabilir kılan yegane şeylerin başında geliyor kitaplar. Ne zaman başka dilde konuşulan bir şehrin kitapçılarında gezinsem dilimize çevrilmemiş nice kitap ve yazar olduğunu görüp, biraz hüzünlenirim. Sanki dilimize çoktan çevrilmiş onca kitabı, hadi biraz daha dürüst olayım kitapçılardan toplayıp eve getirdiğim kitapların tümünü okumuşum gibi. Bir hayata tüm kitapları sığdıramamak ne acı. Bu dünyadan göçüp gitmenin en kötü yanının okunacak kitapları okuyamamak, yeni yazarlarla tanışamamak, yeni hayatlara yol alamamak olduğunu düşünürüm.
Huzuru bir türlü bulamayan tek arkadaşı Bernat için şöyle diyor Adria:
Birbirimizi anlamadığımız, huzuru elimizin tersiyle ittiğimiz şu günlerde James Cabre kötülüğün romanını yazmış ve sizi temin ederim ki bunu nefis yapmış.
"Sanatsal güzelliğin bir kez tadına varıldığında hayat değişir. Monteverdi Korosunu bir kez dinlediğinde hayatın değişir. Vermeer'i yakından bir kez gördüğünde hayatın değişir; bir kez Proust'u okuduğunda aynı kişi değilsindir artık. Neden dersen onu bilmiyorum."
Yukarıdaki paragraf çoğumuzun edebiyattan, resimden, heykelden ve müzikten bu kadar keyif alırken, hissettiğimiz bu duygunun adını koyamamızı açıklıyor gibi. Belki bir çoğumuz bu sebepten blog yazıyoruz: Okuduklarımız ya da ilgi alanlarımız bizi değiştirdiği ve kendimize benzeyenleri aradığımız için.
Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaptan sadece birkaç satırlık bir paragrafı paylaştım burada. Kaldı ki okuduğum kitabı tek bir paragrafın birkaç cümlesi içine hapsetmem kitaba büyük bir haksızlık olur.
İlk defa Türkçe'ye çevrilen Katalan yazar Jaume Cabre'nin kitapçı raflarında yerini alan kitabından bahsediyorum: İtiraf Ediyorum.
Kapağındaki fotoğrafın özgünlüğünden kitap kurdu birçok insanın dikkatini çekecek olan bu kitap ne yazık ki kitap evlerinin çok satanlar rafında durmuyor. Şimdilik o raflar pazarlama gurularına ayrılmış vaziyette.
Mayıs ayındaki Lizbon seyahatimizde kitapçılarda gezinirken bu kitaba denk gelmiştik. Kapağındaki kısa pantolonlu çocuğun bir kitaplığın üst rafına parmak uçlarında yükseldiği ve bir kitabı raftan almaya alıştığı görseli unutmak mümkün değil. Neyse ki bizde de aynı güzel kitap kapağı ile yayınlandı.
Kitapta öyle güzel bir hikaye anlatılıyor ki, iyi kitap okurlarının hepsine bu kitabı okuyun demekten kendimi alamayacağım. Uyarmadan de edemeyeceğim: Sekiz yüz küsur sayfalık bir kitaptan bahsediyoruz. Kitabın yazımında farklı bir tekniğin uygulandığını da mutlaka söylemek gerek; zira bir paragrafın ortasına kadar hikayenin günümüzde geçen bir kısmını okurken, ikinci satırda yedi yüz yıl öncesine gidiyoruz. Yazar, kesinlikle uyanık ve kendini kitaba veren okur istiyor. Bu hikâyenin hakkını vermek için okuyucunun da ruhunu kitaba teslim etmesi şart. Bence kitabın en zor kısmını ilk seksen sayfa oluşturuyor. Bu kısmı dikkatle okuyup, yazarın size verdiği ip uçlarını iyi tahlil ederseniz, sizi tatminkar bir okuma bekliyor. Bundan emin olabilirsiniz.
Kitap boyunca Adrià Ardèvol'ün gün gün ilerleyen yaşamına tanıklık ediyoruz. Üstelik hayattaki en büyük hatasının kendi ailesi içinde doğmak olduğunu düşünüyor. Antikacılık yapan despot bir baba ile eşinin ölümünden sora kendini kocasının işlerine adayan bir annenin sevgisizliğinin içinde, duygulardan ve çocukça gereksinimlerden çok ''şeylerin'' dünyasında yaşayan Adria'nın hikayesi uzun bir geçmişe uzanıyor. Neredeyse yedi yüz yıl öncesine tarihlenen bir kemanla, Adria'nın boynunda taşıdığı madalyon bizi yıllar boyunca süregelen yolculuklara götürüyor. Kemanın ve madalyonun dokunduğu her elin, her yüreğin ayrı bir hikâyesi var ve bu hayatların hepsi bir yerlerde birbirlerine dokunuyorlar.
Bu kadar uzun bir zaman diliminin içinde II.Dünya Savaşı ve Hitler'in Yahudi soykırımı da yerini alıyor. Adria ile Sara'nın huzura ermeyen aşkına tanıklık ediyoruz.
İflah olmaz bir romantik olmamdan olsa gerek, her öykünün mutlaka bir aşka dokunmasını istiyorum.
Ve evet, ne yazık ki mutlu aşk yok!
İnsanlık kötülük yapmaktan vazgeçmiyor. Aynı günümüzde olduğu gibi çoktan eskimiş, bir kenara atılmış onca yıl içinde de hep kötülüğün hüküm sürdüğünü görüyor insan. Kalbi, iyilikten çok kötülüğe teslim etmek daha kolaymış gibi.
"Büyük ihtimalle bütün ölümlüler gibi mutluluğun yanında olduğunu göremiyor çünkü onun gözlerini yakan, erişemeyecek olduğu. Bernat, fazlasıyla insana özgü."
Birbirimizi anlamadığımız, huzuru elimizin tersiyle ittiğimiz şu günlerde James Cabre kötülüğün romanını yazmış ve sizi temin ederim ki bunu nefis yapmış.