Paris’te sonbahar

Sanki üzülecek başka bir şeyim kalmamış gibi hâlâ kaçıp giden o sonbahara üzülüp duruyorum.
Tüm gelip gitmelerime rağmen şimdiye dek karşıma çıkan en güzel sonbahardı ve ben kıymetini bilemedim. Ne zaman geleceğini bilemeyen bir hastalığa teslim ettim tüm seyahatimi, sarı sonbaharı.

Şehir, rüya gibiydi. Daha önce hiç görmediğim naif bir örtü almıştı omuzlarına. Hafiften bir şarkı mırıldanıyordu.
Daha uçakta anlamıştım halimde bir tuhaflık olduğunu. Midemde adını koyamadığım bir kasılma vardı. Uçaklarda hiçbir zaman rahat hissetmezdim. Midem her seferinde havada olduğunu bildiren bir sinyal yollardı ama bu seferki biraz daha kuvvetliydi. Bir şeylerin ters gittiğini anlarsınız da adını koyamazsınız ya, tam da öyle bir duyguydu.

Orly Havaalanında bavulların gelmesini beklerken  tuvalete gittim. Her zamanki gibi pis kokuyordu. Bu sefer daha da fazla kokuyor gibi geldi sanki. Neyse sonunda bavulları alıp havaalanı çıkışındaki metro bileti veren makinenin önüne geldik. Türk parasına çevirince ne çok geliyor bu euro insana?
Kocam, ”Çevirme!” diyor. Nasıl çevirmeyeceksin arkadaş? Türk parası kazanıyoruz sonuçta. Üç yüz lira kazanıp yerine yüz euro alıyoruz.

Havaalanından şehrin içine metro ile gitmek neredeyse kırk lira. İki kişi seksen!
Neyse, çok da umurumda değil bu sefer. Midemde hâlâ kasılmalar var.

Metro istasyonundan çıkıp da gökyüzünü, gökyüzüne değmeye çalışan koca kestane ağaçlarını gördün mü Paris’tesin demektir. İşte gökyüzü!
Her seferinde bende bir şükür duygusu.
”Allahım beni yine bu şehre getirdiğin için şükürler olsun.”

İstanbul’da yaşadıklarına şükretmek yok ama!  Buraya gelince bende bir şükretme, Tanrı’yla aramı iyi tutma hali var ki ben bile şaşıyorum kendime.

”Yok, yok!” diyorum kocama. ”Ben bu şehre aitim.”
Gülüyor. Bu şehre gelince benim yüzüm gülüyor. Benim yüzüm güldüğü için de onun yüzü gülüyor.

Daha otele girmeden, ”Eşyalarımızı bırakıp hemen çıkalım, olur mu?” diyorum.
Şehir kaçmıyor biliyorum ama benim bu şehre doyacak kadar zamanım yok. Ben daha kokusuna alışamadan, kitapçılarında gönlümce dolaşamadan, kafelerinde sayfalar dolusu yazı yazamadan dönüş zamanı gelip çatıyor.
Allah inandırsın, giderken gözlerim dolu dolu oluyor. Kalbimin bir parçasını sanki burada bırakıp gidiyorum.

Öyle güzel bir sonbahar var ki dışarıda.
Onca gelmişliğim var bu şehre hiç böyle bir sonbahar getirmedi önüme.

Oteldi, bavuldu derken atıyoruz kendimizi dışarı.
Montparnasse’daki koca tren garının hemen arkasındaki zincir otellerden birinde kalıyoruz. Papaz her zaman pilav yemiyor tabii. Beğendiğimiz küçük otellerin hiçbirinde yer yok. Olanlarda da fiyatlar dudak uçuklatacak cinsten.
”İyi yapmışsın!” diyorum. ”Rahat rahat dolaşırız işte odanın içinde”

Ben bu şehrin iki kişi sığmayan otel odalarını bile seviyorum. Öyle seviyorum yani.

St. Germain’e doğru yürüyoruz. Her zaman yemek yediğimiz bistroların önünden geçiyoruz.
”Bu sefer başka bir yerde yiyelim.” diyor Selçuk.
”Tamam.” diyorum. Paris’te her ne kadar yeni şeyler keşfetmek istesem de, bir Parizyen gibi hissetmek kaygısıyla bu şehirde bir rutinimin olmasını istiyorum. İşte aynı kafelere gitmek, aynı bistrolarda yemek yemek falan gibi…
Bizim oralarda buna kendi kendine gelin güvey olmak deniyor. ”Parizyen gibi!” olmakmış.
Annem olsa şimdi, ”Ne alem kızsın, nerden çıkarıyorsun böyle adetleri?” der katıla katıla gülerdi.
Yıllar önce çok severek aldığım önü delikli ayakkabılarıma, ”Ayol bunlar Yugoslav ayakkabısı.” dediği günden beri aramızda bir duvar var.

Neyse gelişi güzel bir bistroya oturuyoruz. Bir şeyler ısmarlıyoruz. Daha ilk lokmayı ağzıma atacağım, çatalın koktuğunu fark ediyorum.
”Çatal kokuyor.”
” Allah allah! Yenisini isteyelim.”
”Bu çatal da kokuyor. Masa da kokuyor.”

Yemiyorum yemeği. Zaten canım da yemek falan çekmiyor.
”Bir kafede oturur bir kahve içerim sonra.” diyorum.

Öyle güzel bir sonbahar var ki dışarıda inanamıyorum.
Midem de inanamıyor herhalde, garip bir ses çıkarıyor.

Birkaç saat sonra bacaklarım ağırlaşıyor. Tuhaf bir yorgunluk yapışıyor yakama.
”Otele gidelim. Bugünlük bu kadar yeter.” diyorum.

Ömrümde gördüğüm en güzel Paris sonbaharını o eylülde elimden kaçırıyorum.
Fotoğraftaki sarı yapraklar gibi avucumun içinden kayıp gidiyor ılık bahar, durduramıyorum.
********************************

Not: Herhalde bu benim ilk mim’im. Sevgili Tuğba mimlemiş beni. Mim’in sahibi Heybemde Fotoğraf isimli blog sahibesi. Güzel fotoğrafları görünce dayanamadım ben de. Paris geldi aklıma. Kaçan sonbahar geldi. İşin kötü yanı, Paris özlemim depreşti. 🙂

Heybemde Fotoğraf blogunun linkini bir de buradan vereyim:

http://heybemdefotograf.blogspot.com.tr/

Yazmak isteyenler Heybemde Fotoğraf bloguna doğru yola çıksınlar hemen 🙂

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Paris’te sonbahar” yazısında 6 düşünce

  1. Ebrar Yıldırım diyor ki:

    Paris'e daha önce gitmedim ama o kadar çok gidesim geldi ki.. Olur da bir gün gidersem Paris'i karelediğim bir fotoğrafımı size armağan etmek istedim.. Sonbahar ve Paris. Kaleminize sağlık 🙂
    Ayrıca etkinliğimin amacına hizmet etmesini görmek beni çok sevindirdi 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Bu etkinlik bize bir Paris seyahatine daha patlayacak herhalde 🙂 Bana her şey Paris'i hatırlatıyor. Ben de sizi tanıdığım için çooook sevindim.
      Nice etkinliklerde, fotoğraflarda ve edebiyatta buluşuruz elbet.
      Sevgiler

  2. TUĞBA'NIN DÜNYASI diyor ki:

    Canım şahane anlatmışsın benim de aklıma oradaki zamanları düşürdün:) Özlenen bir şehir ve her daim özlenecek olan. Mim böyle fotoğraflı falan olunca ekleyiverdim seni de aslında ben de pek mim yapmayı sevmiyorum ama bu hoşuma gitti, senin de seveceğini düşündüm. iyi de yapmışım belli ki:) Benim için bu soğuk ama güneşli günde de bir paris gezisi hazırlamış oldun böylelikle. Teşekkür ederim.
    Sevgilerimle

    • özlem öztürk diyor ki:

      Paris'i farklı seviyorum ve şaka bir yana sahiden kendimi oraya ait hissediyorum. Paris'te yaşamanın kolay olduğunu da düşünmüyorum. 3-5 gün tatile gidip, keyfi yaparak elbette bir şehri tanıyamazsın. Ama geniş kaldırımları, içinde kaybolacağın parkları, güzel yemekleri, müzeleri, kafeleri fark etmek için de oralı olmak gerekmiyor.
      Neticesinde fotoğraf da bana yine Paris'imi hatırlattı. Aşkım depreşti. Dün Selçuk'a acıklı acıklı bakıp durdum 🙂
      Bir dahaki Eylül'e kadar bekleyeceğiz artık. Yapacak bir şey yok.
      Çok öpüyorum seni.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir