Gün 2: Cumartesi, Kuzuların Sessizliği…

Dünü mü yazsam, bugünü mü?

Aslında niyetim tam da Leylak Dalı’nın dediği gibi bir gün öncesini yazmaktı. Günün sabah vaktinde bir aralık bulup bir önceki günü yazmak daha kolay geliyor. Diğeri hâlâ yaşanmadı ne de olsa. Ama an itibariyle dışarıda yağan yağmuru görünce bugünden bahsetmek istiyorum. Ondan bahsetmeden, zarifliğine değinmeden geçemeyeceğimi biliyorum. Belki de işin tek güzel yanı bugün evde olmam; zira evde olduğum günlerin hepsi çok güzel geliyor gözüme. Ben ne zaman bu kadar evci bir insan oldum? Sanırım ev huzurunu hep sevdim. Şimdi evimi de, evin önüne açılan bahçeyi de, yol boyunca her nasılsa kesilmekten kurtulmuş yaşlı çam ağaçlarını da seviyorum. Yağmur yağdığında çam ağaçlarından çok güzel bir koku yayılıyor. Kokuyu duymak için ağaçların dibine kadar gitmek, burnunu dünyanın tüm kokularına kapayıp bir tek onlara açmak gerekiyor. Aslında dünyadaki her şey gibi onlar da özel ilgi istiyorlar. Çok bir şey değil, usulca gövdelerine dokunmak, dikenli yapraklarını avuçlamak yeterli. Bu kış bahçedeki minik ladine şu renkli ışıklardan saracağım, cancanlı renkleri olanlardan, bir yanıp bir sönenlerden.  Bahçede sessiz sakin büyümeye çalışan, usulca bizi gözleyen ladinin hoşuna gider mi bilmiyorum ama gecenin karanlığında ışıldaması benim hoşuma gidecek. Yatmadan önce Selçuk’a ladinin ışığını kapatsana dediğimde yüzünün şeklini görmek istiyorum ayrıca.
Bugün belki yürüyüşe de çıkarım. Böyle havalarda yürümekten hoşlanıyorum. Hem pilatese de başlamışken spor hayatımı azıcık renklendirmeye çalışayım. Yoksa şiş göbeğimden, selülit görüntülerinden, gevşek kollarımdan şikayet edip duruyorum. Umarım şikayet etmeyi seven bir yaşlı kadına dönüşmem ileride 🙂 Yoksa bu işten sizler de çok çekersiniz. Yaşlanınca da hâlâ burada olacak mıyız?
Dün gece güzel bir geceydi. Kadıköy’e buluşma saatinden biraz önce gidip Cafe Nero’ya oturdum. Sizin de haberiniz var aslında bundan. Dün anlatmıştım. Blog yazısının son paragrafını tamamlamış, bir fotoğraf ekleyip geceye hazırlanmıştım. Görev bilinci başka bir şey. Buluşma yerimiz Birtat Meyhanesi diye bir yerdi. Gecenin sonunda mekanla ilgili düşüncem hiçbir şeye benzemediğiydi. Tabaklara konmuş kelek kavunlara itiraz edince garson yapacak bir şeylerinin olmadığını, kestikleri kavunun böyle çıktığını söyledi. Sonra mekan sahibi geldi. Değil bir kavun güzel çıkana kadar on kavun keseceklerini, hepsini de önce kendisinin tadıp sonra masaya göndereceğini söyledi. Bilmem kaç yıllık meyhanecilermiş. Neticede mezeler ortalama lezzetteydi, hizmet sıfırdı, meze tabaklarının içinde servis kaşıkları yoktu. Gecenin sonunda demi geçmiş, bayat bir çay getirdiler. “Yahu yeni çayınız yok mu sizin?” deyince yarım saat sonra diye cevap verdi garson. Elbette çay falan gelmedi. “Eee, o zaman çay yerine birer kahve alalım biz.” dedik biz de masa olarak çaydan umudu kesince. Kırk dakika sonra köpüksüz kahveler bir tepsinin içinde geldi. Fincanların tabakları yoktu; muhtemelen gecenin bir yarısı kahve isteyenlerin kafalarının bir dünya olacağını düşünmüş olmalı işletme. “Altı tane kahve veremem.” dedi garson, “Kahveler sahipli!” Dörde razı olduk. Bir ara belki hesabı da almazlar diye heveslendiysek de masanın üstündeki üç beş mezeyle rakıya 550.00 TL hesap geldi. Gecenin özetini mekan açısından geçecek olursam şöyle diyebilirim: Ya bu mekanlar hep böyle rezil, ya da ben artık bu ortamlardan geçmişim. Kadıköy gece vakti bir hayli çirkinleşmiş. Gürültüden konuşmakta zorlandık. Birbirimizi duymak için fazladan çaba sarf etmek durumunda kaldık. Nihayetinde Feridun Hoca ile sohbet etmek, yaşamından ayrıntılar koparmak, her seferinde ucundan kıyısından özel hayatıyla ilgili bir ipucu aradığımız sorularla onu güldürmek güzeldi.
“Hadi adam gibi bir çay içelim” diye çaycı/kahveci dükkanlara doğru ilerleyip, birer bardaklık keyif için yol üstündeki kahvecilerden birine oturduğumuzda, mekanın garsonlarının tinerci çocukları ölesiye dövmesi tadımızı kaçıran son şey oldu. Çocukluğumun Kadıköyü tıpkı çocukluğum gibi çok uzaklarda kalmış. Ülkem böylesine değişmiş ve yozlaşmışken Kadıköy’ün aynı kalmasını beklemek fazla ütopik olurdu sanırım.
Sohbet, rakı, çay, dayak derken Kadıköy gececi sona erdi. Eve gelirken iyi ki Yapı Kredi Yayınları’nın satıldığı dükkana girmişim, iyi ki birkaç kitap almışım diye düşünüyordum. Kadıköy’ün güzellikleri de vardı elbet. Çocukluğumu da, Kadıköy’ü de, annemin her Kadıköy seferinde bizi kapısından içeri soktuğu Murat Muhallebicisi’ni bir kenara atamadım.
Günün sonunda arabaya binip de eve doğru yol alırken şöyle dedim Selçuk’a: Benim karnım aç.
“Benim de!” diye cevap verdi. Muhtemelen yanlış yola sokmasaydım onu, köşedeki dürümcüden birer et dürüm alıp yiyecektik. Olmadı. Geceyi aç biilaç yatağa girerek bitirdik.Cuma gecesi uykusunun en güzel yanı geç gelen sabahlara uyanmak 🙂

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Gün 2: Cumartesi, Kuzuların Sessizliği…” yazısında 5 düşünce

  1. sonat şen diyor ki:

    Yazmak için bulduğun yollara, listelere uyum konusundaki titizliğine bayılıyorum. İnsanı gaza getiriyorsun Özlem:-) 52 haftanın sonunu göreceğiz neredeyse, 21 gün nedir ki senin için?

    Hayatımızın nasıl hızla değiştiğini, dönüştüğünü görmek sanırım birçoğumuzu üzüyor. Ben de bugün filmekimi ve birkaç konser için bilet almak üzere Kızılay'a ineyim dedim. Doğup büyüdüğüm ve hala yaşamaya direndiğim şehrin, bambaşka bir insan grubu tarafından istila edilmiş olduğunu anlayıp, telaşla eve döndüm:-( Anılarımın olduğu mekanların çoğu artık yok ya da tarzı senin dün akşam yaşadığın kıvamda. Yoluma çıkan insanlar ile aynı dili konuşuyoruz ama inan ne dediklerini anlamakta zorlanıyorum çoğu kez…

    Huzuruna, sakinliğine sığınacak evlerimiz, kanatları altında korunacak ailemiz, sırtımızı korkusuzca dayayabileceğimiz dostlarımız olmasa, halimiz harap.

    Merakla izleyeceğim 21 gününü de…

    Sevgi ve dostlukla!

    • özlem öztürk diyor ki:

      Sonat ne güzel şeyler yazmışsın yine. Ve aynı şeyleri düşündüğümüzü, anladığım o güzel dille kelimelere dökmüşsün. O cuma akşamında eve dönerken arkamdan gelen üniversiteli gençlerin ne konuştuğu kaba dili anlayabildim ne de ne sebeple ense kökümde yürüdüklerini. Tuhaf bir hâl insanların üzerindeki: Tek kelime ile "nezaketsiz" aslına bakacak olursa. Lütfenin, rica ederimim, pardonun yok olduğu vandal bir dil konuşuyoruz. VE sanırım bu sebepten olsa gerek ben artık konuşmaktan ziyade yazıyorum. Dediğin gibi iyi ki dostlarımız, ailelerimiz var.
      21 günü yazma düşüncesine vuruldum. Belki önüme böyle bir sebep konmasaydı yazamazdım. Utanırdım ben yirmi bir günümü yazacağım diye. Günlerin böyle çok hızlı geçmesi çok acı aslında. Biz farkına varmadan mevsimler tükeniyor. Tempomu biraz yavaşlatmak istiyorum ama bunu bir türlü başaramıyorum. Bakalım ilerdeki günler ne getirecek hepimize.
      Filmekimine sanki yıllardır gitmemişim gibi hissediyorum. Aman sen ucunu bırakma sakın.
      Sevgiyle

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir