Gün 12- Salı, rutinin içinde kayboluş.

Bu sabah uyandığımda evde olduğumun farkındaydım. Yastığım yine yerdeydi, Kuzey okula çoktan gitmişti. “Umarım çok geç olmamıştır.” diye düşündüm. Kalktım, şarjda (bakınız TDK!) takılı telefona baktım. Saat dokuz olmuştu. Dışarıda aydınlık bir hava vardı. Tepesinde parlayan lambanın ışığıyla uyanmaktansa güneş ışığını tercih eden Selçuk’un sabah esintisi şeklindeki günlük vızıldamasını duymamak için perdeyi açtım. Perdelerimiz öyle kalın ki (benim tercihim) açılır açılmaz gün ışığı tüm odayı doldurdu. Yazın sıcak ışığından farklı bir ışık taşır kış aydınlığı. Bu sabahki de öyle bir aydınlıktı. Parlak ama serin. Ben banyoya yollandım sabah ritüellerim için, Selçuk yatakta kıpırdandı. Ben giyinip kahvaltıya indik, o uykusunun cila kısmına daldı. Çayımı alıp kızarmış ekmeğimin üstüne peynir sürerken o da kahvaltı masasındaki yerini almıştı.

“Kruvasan yok mu kahvaltında?” diye sorarak erkenden gözüne giren güneş ışığının intikamını aldı benden.

“Tulum peyniri var. Burdan buyur!” diye terslendim ben de.

Sonrası malum. Arabaya biniş ve işe gidiş. Aynı terane. Paris’ten döndüğüm günün hemen ertesinde herhalde kimse benden mutlu olmamı beklemez. Bekler misiniz? Bu seferki gidişimde şunu tespit ettim. Paristeki son günümde de çekilmez bir insan oluyorum. Sanki etrafımdaki kimse beni sevmiyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum. Tersleniyorum herkese. Kavga çıkarıyorum. Sonra uçakta ağlamaya hazır gözlerle kitabımı okuyorum. Uçak yemeğinin ne kötü olduğundan dem vuruyorum. Çayı-kahveyi bile reddediyorum. Oysa dönüşte herkes benden çok mutlu olmamı bekliyor. E, ne de olsa en sevdiğim kente gittim. Değil mi?

Bu hafta salı gününden işe başlamış oldum. İyi tarafı pazartesi sendromunu atlamış olmam. Kuzey gelir gelmez derslerle çevrelendi, yapamadığı ödevlerin stresi sardı çocuğu. Aman boşver, dedim ona da. Eksi alırsın en fazla. Ucunda ölüm yok ya.

Gün içinde blogda yazılan yorumlara geri cevap yazarken çok sevdiğim birinin verdiği güzel bir haberle havalara uçtum. Şimdilik kendisi sürpriz kontenjanından saklıyor bu haberi. Kendisi ilan ettiğinde ben de buradan söylerim herkeslere. Küçük dünyamda güzel şeylerin olması umut verici. Bazı insanların çok fazla güzel şeyi hak ettiğini düşünüyorum. Kelimeleri özel olan insanlar var. O kelimeler, o cümleler boşa gitmesin istiyorum. Dileğime kavuşunca da mutlu oluyorum. Bugün kocaman bir Nestle Antep Fıstıklı çikolatayı yemiş kadar mesudum dostlar. Hem de hiç vicdan azabı çekmeden.

Dün akşamgözüm kapanırken yeni bir kitaba başladım. Her yılbaşında olduğu gibi geçen sene de Leylak Dalı ve Lalenin Bahçesi ile artık gelenekselleşen kitap hediyeleşmemizi yapmıştık. Leylak Dalı, Kasım Yağmuru isimli kitabı seçmişti kendisi için. Lale Abla da, “Nurşen kesin güzel bir kitap bulmuştur kendine. Ben de onu istiyorum.” deyince kitap siparişine kendimi de eklemiş, üç tane kitap almıştım. Neredeyse bir sonraki seneye geldik ve ben kitabı elime yeni aldım. Aynı anda okuduğum kitapların sayısı hızla çoğalıyor. Olsun. Ne yediğimin farkında olmadığım gibi ne okuduğumun da farkında değilim. Kitap okumaya ayrılan zaman yetmiyor tabii ki. Uykudan çalıp da daha erken kalkıp daha geç yattığımda da vücudumdan çaldığım vakit yetmiyor. Daha çok şey yapabilmek için iş zamanından biraz aşırmam gerekiyor. Ya da günlerin biraz daha uzun olması. Kış da kapıda olduğuna göre güneş de yüzünü bizden başka tarafa çevirecek demektir.

Şu aralar aklım Kuzey’den sebep mitoz ve mayoz bölünmeyle dolu. Haftaya salı fen sınavı varmış. Sanki mayoz bölünme uzmanıymışım gibi elinde bir fen kitabıyla çıkıp, “Şu soruya bir bakar mısın?” diyor. Anne olmak ve yıllardan sonra fen dersinde öğrendiklerini hatırlamaya çalışmak bir hayli zor. Oğlanla kitaplardan, filmlerden, hayallerden konuştuğum zamanı kesinlikle daha çok seviyorum. Teog kaldırıldı ya, belki yakında Finlandiya sistemine de geçeriz diye umut besliyorum.

(Burada blog yazarı kahkahalarına uygun bir emoji bulamadığı için parantez içinde duygularını yazmak zorunda kaldı.)

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Gün 12- Salı, rutinin içinde kayboluş.” yazısında 6 düşünce

  1. Merve Uzun diyor ki:

    Ne güzel bir umut! Ben inanılmaz karamsarım, eğitim de dahil pek çok konuda… Finlandiya sistemine geçsek, kafamız da biraz İakandinav kafası olsa bir anda… memleket ne güzel olurdu:)

    • özlem öztürk diyor ki:

      Yok Merve, nerde bende o umut? Aynen senin gibi düşünüyorum. Eğitim sisteminden de diğer başka bir sürü şeyden de umudumu kestim. O yüzden parantez içinde bir dolu kahkaha attım. Oğlum İstanbul'un güzel okullarından birinde okuyor. Eve çok ödev gelmiyor. Özgüvenli bir çocuk, okulun sayesinde. Düşüncelerini dile getirme şansı var. Yine de, çok ödev gelmese de, sonuçta her dönem üç tane sınav oluyor ve bunlarla değerlendiriliyor. Yani ödev vermeseler de bir şey değişmiyor. Bir çocuğu değerlendirmenin tek yolu ülkemizde sınavlar. Ve bizler 🙂 Ne kadar iyi mevkilerde çalışsak da, ne kadar iyi okullarda öğretmenlik yapsak da (benim şahit olduğum kadarıyla) her birimiz küçüklerin büyüklere itaat etmesini istiyoruz, notla ya da elimizdeki başka bir güçle karşımızdakini cezalandırmayı çok seviyoruz. Bir sürü formül, bir sürü matematik sorusu, bir sürü lüzumsuz bilgi. Benim çocukluğumdan bir farkı yok yani. 🙂 Keşke İskandinav ülkelerindeki düşünce yapısına sahip olsak ama çok zor.
      Uzun lafın kısası umutsuzum. Keşkelerle yaşıyorum bende.
      Çok çok sevgiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir