Paris Bistroları- Le Bon Georges

Paris Bistroları… Nerede yesek? Hangisi daha güzel?

Son Paris seyahatine çıkmadan üç yerde yemek yeme planı yapmıştım. Bunlardan bir tanesi Montparnasse’da bulunan La Closerie des Lilasydı. Burası vakti zamanında Hemingway, Picasso, Cezanne, Apollinaire, Henry Miller, Rimbau, Modigliani ve Sartre’ın sıkça gittiği bir restoranmış. Bahsettiğim zamanlarda Paris’in çok ucuz olduğunu, hatta sırf bu yüzden daha rahat yaşamak ve yazmak için Amerikalı yazarların bu ülkeye geldiklerini söylememe gerek yok sanırım. Üstünden bunca yıl geçtikten sonra Paris, yine sanatçıların, yazarların çekim merkezi olsa da eski geçmiş günlerdeki gibi ucuz bir kent değil. Hele ki biz Türklere. Şimdilerde hayat çok pahalı. Bizler “hadi bir kitap yazalım.” ya da “Daha ucuz bir ülkede yaşayalım.” diye buradan kalkıp Paris’e yerleşemeyiz ne yazık ki. 

Bir diğeri ise St. Germain’deki, Marguerite Duras’nın oturduğu apartmanın hemen karşısında bulunan yılların esnaf lokantası Le Petit Saint-Benoitydı. Duras, yıllar yılı dördüncü kattaki apartman dairesinden aşağı inip yemeklerini burada yemiş. Ne zamandır aklımda olan bu restorana, hazır Selçuk’la ikimiz yalnızken uğramak, gitmeden niyetlendiğim Paris hayallerinden biriydi. Paris hayallerim hiç tükenmiyor zaten.

Sonuncu restoran ise şehrin güzel ama küçük bistrolarından biriydi.

Uzun zamandır İG’den takip ettiğim, David Lebovitz’in de ara ara hesabında buradan müthiş yemekler paylaştığı bir bistrodan bahsediyorum: Le Bon Georges.

Paris Bistrolarında şansımızı denemeye devam!

Pek tabii hayal kurmak ya da plan yapmak demek her şeyin bizim istediğimiz şekilde gideceği anlamına gelmiyor.  Hayat, biz planlar yaparken önümüze başka şeyler çıkarıyor. Bizim son Paris seferimizde de böyle oldu. Ben iki gün Paris sokaklarında tek başıma takıldım ve bir akşamın dışında da yalnız değildik. Le Petit Saint-Benoit etrafında bolca vakit geçirdiysek de, bir gece Leon de Bruxelles’de nefis bir bira içip midyeye doyarak geçirdik gecemizi; bir başka akşam yemeğinde de Selçuk’un denemeyi çok istediği Güney Fransa yemekleri yapan Chez Papa’da nasiplendik.

Neyse ki tatil dönüşü olay çıkarmamam açısından yukarıda bahsi geçen restoranlardan en azından birine rezervasyon yapıp gitmeyi başarabildik.

Le Bon Georges’da akşam yemeği…

Paris Bistrolar- Le Bon Georges
Paris Bistrolar- Le Bon Georges

David Lebovitz’de şöyle diyor yazısında: Paris’te her geçen gün yeni bir restoran açılıyor ve yeni şefler bir tabağın üzerine sostan yaptıkları bir çizgiyle, tabağın ortasına bir püre yerleştirip, yanına da bir parçacık et ekliyorlar. (Lebovitz’de doymuyor olabilir mini yemeklerle ?) Yazının tamamını okuyunca çıkan sonuç şu oluyor: Lebovitz, emek harcanmış ama iyi, doğal malzemelerle yapılmış yemekler yemek istiyor. Ne istediğini belirttikten sonra da şöyle devam ediyor: Kimi yeni restoranlardan ne yazık ki hayal kırıklığı ile ayrılıyorum. Şefler, kendilerini müşterilerinin yerine koymalı ve ona göre yemekler çıkarmalılar masaya oturanların önüne. Şanslı restoran otelimizin yakınlarındaki Le Bon Georges‘du.

Le Bon Georges Parisli bir bistro…

Yemeğe yaklaşımını çok sevdiğim David Lebovitz severek takip ettiğim blogger, yazarlardan biri. İnternet sitesinde de kimi zaman, “Şimdi buradan bahsedersem herkesin buraya akın edeceğini biliyorum ama yine de kendimi tutamıyorum.” diye bahsettiği kimi bistrolar da tıpkı kendisinin söylediği gibi gitmek istediğim yerler arasına hemencecik giriveriyor. Paris’te turistlerin çok yoğun olduğu yerlerin dışında yemek yemeğe çalışıyorum. Bunun ne kadar mümkün olduğu da tartışılır bir mevzu elbette ama yine de “İlla ki gidilmeli!” denilen yerlerden artık kaçtığımı da itiraf etmem gerek. Türklerin kapısında uzun kuyruklar oluşturduğu L’Entrecote kesinlikle uzak durduğum bir mekan mesela.

Le Bon Georges-Paris
Le Bon Georges-Paris

Yine bir telefon azizliğine uğradığımızdan yemeklerimizin fotoğrafını muhtemelen paylaşamayacağım. Ama fotoğrafları kaybetmem demek, yediğim yemeklerin tadını ya da bistronun atmosferini unuttum demek değil. Öncelikle restoranın dışı çok sevimli; tipik bir Paris bistrosu havasında. İki kişi gidilecek romantik bir akşam yemeği için de uygun; arkadaşlarla lezzetli bir yemek yemek için de. Bistro, bir sokağın köşe başında hayat bulmuş; o yüzden fazla büyük olmadığını hemen belirteyim. Önceden rezervasyon yapmak ve gitmeden önce dudağa Fransız kırmızısı bir ruj sürmek de şart. Lebovitz’in söylemek istediği havalı yemeklerden öte gerçek yeme tecrübesini duyumsamak.

Ratatouille filmindeki gibi bir bistro…

Tıpkı yıllar önce Kuzey’le sık sık seyrettiğimiz ve her seferinde hayran kaldığımız çizgi film Ratatouille’daki gibi yemekten bir lokma alıp, çocukluğumuza gitmek istiyoruz hepimiz. Domatesi ısırdığımızda derinden toprak kokusunu almak, belki de ağzımızın kenarından domatesin suyunun akmasını istiyoruz. Geleneksel yöntemlerle yetiştirilmiş meyveler, sebzeler görmek istyoruz tabağımızda. Lebovitz’in dediğine göre Le Bon Georges ve sahibi Benoit-Duval Arnould’da aynı düşünceyle çıkmış yola. Bir çiftlikte doğan Arnould, daha sonraki yıllarda bir Amerikan şirketinde çalışmış. Öyle bir an gelmiş ki köklerine dönme zamanının geldiğini hissetmiş ve çocukluğunda yediği yemeklerin lezzetini sunabileceği bir bistro açmak istemiş. Belki o da herkes gibi en güzel yemeği annesinin yaptığını düşünenlerdendir. Kim bilir? Bistronun internet sitesinde de yemeklerde kullandıkları tüm sebze, meyve ve etlerin nereden alındığı tek tek yazılmış. Elbette ben bu bilgileri bir referans olarak alamıyorum ama anlayanlar mutlaka çıkacaktır. ?

Yine de okuduklarımdan etin mutlaka bekletildiği, belli bölgelerden alındığı, etin yanına kızartılan patetesin illa ki anne kızartması gibi yapıldığını öğrendim. Nihayet Selçuk’a, “Burada yiyelim mi bir gece?” dedim. O da, “Süper olur.” deyince rezervasyonumuzu yaptırıp son gecemizde bu bistodaki yerimizi aldık. Le Bon Georges’a gitme fikri böyle doğru işte. David Lebovitz yüzünden. ?

Le Bon Georges’da ne yedik, ne içtik?

Genç garsonumuzun elimize tutuşturduğu şarap menüsünden hiçbir şey anlamadığımız için ikimiz de içeceğimiz şarap konusunda yardım aldık. Ben “dry” dedikleri bir beyaz şarap istedim, Selçuk da garsonumuzun zevkine güvenerek bir kadeh kırmızı şarap. İkimiz de şarabımızdan çok memnun kaldık. Benim için iyi şarap boğazımda çok buruk bir tat bırakmayan ve içerken yüzümü buruşturmayacağım bir şarap. O yüzden bu kısma kadarki siparişlerimizden pek memnun kaldık.

Şarap seçimlerimizden sonra sıra yemek seçimlerimize geldi. Bunun için de elimize bir menü vereceklerini düşünmüştük ama öyle olmadı. Sevimli garson kız elinde ince, uzun bir kara tahtayla gelip üzerinde yazılan yemekleri bize anlattı. Ben diyette olduğumdan ve et yemek istediğimden Steak Hache istedim; Selçuk’sa beef carpacio. 

Yemeklerimizin ikisi de fazla beklemeden geldi. Açlıktan ölüyordum ve çok beklemeden yemeğimizin gelmesine çok sevindim. Burger köftesine benzeyen ama söylendiğine göre üç değişik yöntemle kesilen etim çok güzeldi. Bakmayın böyle üç değişik yöntemlekesinle/kıyılan dediğime, hiç anlamam bu işlerden. Ben Lebovitz’in yalancısıyım. Ama yemekler lezzetliydi. Selçuk’un carpaccio’suna zeytin yağı ve ekmekle fazla haşır neşir olmayayım diye bulaşmamaya çalışsam da kayıtsız kalamadım. Onu da bir güzel mideye indirdim. Paris öncesinde yapılan nerdeyse üç aylık diyetimin kırılma noktası burasıydı sanırım.

Peşinden de passion fruit ve çikolata karışımı nefis bir tatlı yedik. Yazının bu kısmında ağzımın sulandığını belirtmem şart!

Kahveyle taçlanan yemeğimiz nefisti uzun lafın kısası. Hani bir gün giderseniz diye buraya bırakıyorum bu yazıyı. Bir de o güzel geceyi biz de unutmayalım diye.

Son söz: Biz gittik, siz de gidin. Paris Bistrolarını dolaşmaya devam.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Paris Bistroları- Le Bon Georges” yazısında 9 düşünce

  1. Aylin Kurhan diyor ki:

    Sevgili Özlem,
    Ben Paris’e gitmeyeli yıllar oldu. 10 sene falan olmuştur. Halbuki Fatih’le sık sık gitmiştik en son seyahatten önce. Hatta nikahımızı da orada yapacaktık ama elçilikde öyle sıra vardı ki mecburen Budapeşte’ye yöneldik.Fatih ara ara gidiyor Eylül’de yine iş seyahati var ama ben senin gibi gezmeyi sevmediğim için ona takılmıyorum. Bu arada Heminwayin Paris Bir Şenliktir kitabını aldım. Okuma sırasını bekliyor. (Şu an elimde Aslı Erdoğan ve Kabuk Adam var Karayiplerde dolaşıyorum.)
    Paris’i çok özledim. Yeniden gittiğimde senin buradaki notlarından yararlanacağım. Çok güzel restorant cafe önerileri var. Geziler benim için müzeler dışında cafeler kitapçılar ve yemekler demek. Dün akşam Agnes VARTA’nın “Cleo from 5 to 7″filmini izledim. Adında belirtilen saatler arasında Cleo’nun Paris gezisi siyah beyaz çok güzel bir film. Aklında bulunsun izlemediysen.Sevgilerle Aylin…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Agnes de gitti demek istedim nedense ilk olarak. Bu dünyadan bir Agnes geçti. İyi ki güzel kadınlar var biz kadınların da kalben çok seveceği.
      Dediğin filmi seyretmedim. Seyrederim hemen. Okul işi bitti ya, rahatladık ev ahalisi olarak. Gerçi Kuzey kendi belirlediği yüksek puanlı kült filmleri seyretmekte ve seyrettirmekte kararlı. Bu akşam film seçme sırası bende. Bigh Fish’i seçtim.
      Paris, kıymetlim.Eylül’de Selçuk bir fuara katılıyor Paris’te. Ben de onunla gideceğim. Fuara gitmem ama şehri kendi kendime gezerim. Şimdiden kalbim çarpıyor. Aramızda bir anlaşma var. Canının istediği her yere yalnız gidebilir ama kural şu: Paris’e bensiz asla! Geçenlerde bir arkadaşı iş için gidelim mi birlikte demiş. Sanırım bir fuar yine. Kusura bakma, Özlemle aramızdaki tek anlaşma bu bozamam demiş. Eve gelince biraz ağzımı aradı. Hiç ödün vermedim. Anlaşma anlaşmadır, bozulamaz dedim. 😄
      Umarım Paris bir Şenliktir’i seversin. Benim en sevdiklerimden. Her sokağı adım gibi biliyorum. Okurken hep hayallerde geziyorum.
      Sıkı sıkı sarılıyorum Aylin.
      Buradan çok sevdiğim bir arkadaşımla geçen sene Paris’te karşılaştık. Belki seninle de orada karşılaşırız bir gün ha?

  2. Işın diyor ki:

    Sanırım ilk kez bir restoran/yemek yazını okuyorum Özlem, çok keyifli geldi. Ne hoş bir bistro. Ben de seyahatlerde çok kaçıranlardanım ama genelde seyahatte kilo alınmıyor bence, çok yürüdüğümden olsa gerek. Yemeksiz de seyahatin tadı çıkmıyor zaten. O yüzden keyfini çıkarmak gerek, afiyet olsun.

    • özlem öztürk diyor ki:

      Bu Paris seyahatinde kilo almadan döndüm. Hatta azıcık verdim bile. Onca yemeğe rağmen muhtemelen yürüdüğüm için 🙂
      Aslında restoran yazıları yazmayı da çok seviyorum. Yemek yapmaktansa yemesi daha keyifli geliyor. Öyle önden bir atıştırmalık, ardından bir ana yemek, tatlı falan çok geliyor ama. Ben direkt ana yemekten konuya dalıyor. Karnımı doyurup işin içinden sıyrılıyorum.
      🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Artık ben de iyi yemeğin anlamını biliyorum. Süslü yemeklerden öte lezzetli yemek. Dün yine Selçuk,
      "Yahu ne güzel bir şaraptı orada içtiğim, keşke adını yazsaydık." dedi. Ben de, "Bir daha gideriz." dedim 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Yemek yemenin tadına son yıllarda vardım biliyor musun? Yoksa çok kötü olmadıktan sonra beni çok ilgilendirmezdi bu konu. Hatta benim için en güzel yemek tost. Ama şimdilerde fikrimi değiştirdim.İyi yemek, sağlıklı yemek yemek istiyorum. 🙂
      Carpaccio'yu da ailecek çok beğeniyor ve seviyoruz 🙂 Ahahahaha 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir