Öğleden sonra nihayet Stockholm’e varıyoruz. Havaalanına önceden gitme, uçağın kalkması, dört saat süren yolculuk, havaalanı polisine pasaportu damgalatmak, valizi, –sadece bir sırt çantası dahi olsa- valiz kuyruğunda bekleme, çıkış, otobüse binerek şehre ulaşmak, otel derken öğleden sonrayı buluyoruz. Zaman bizi dinlemiyor tabii ki. Kimi dinlemiş ki zaten şimdiye kadar, beni dinleyecek? Böyle kısıtlı zamanlı seyahatlerde insan hem zamanı iyi değerlendirmek istiyor, hem de her şeyin keyfini doyasıya çıkarmak. Sevdiğim her yerde vaktin yavaş ilerlemesini istiyorum, bulunduğum her yeri beynime kaydetmek, soluduğum havayı bir de burada keyifle içime çekmek, zamanı ağır ağır yaşamak istiyorum.
Arlanda Havaalanı’ndan şehir merkezine Swebus denen otobüslerle gidiyoruz. Danışma ofisindeki kadın, en ucuz ulaşımı sorduğumuzda bizi bu otobüslere yönlendiriyor. Sırtımızda çantalarımızla otobüsün olduğu platforma gidiyor ve yerimize oturuyoruz. Sırtçantalarımızın içi daha serin havalara göre hazırlanmış olmasına rağmen, hava günlük güneşlik. Olsun, hava güzel olsun da, kıyafetler kışlık olsun. Ne olacak?
İsveç kızları güzel mi?
-Olsun, diyorum kendisine. Çok doğal duruyorlar ve çok güzel görünüyorsun.
Bir insanı biraz utandırıp, çokça da mutlu etmenin dayanılmaz hafifliğiyle dışarı çıkıyoruz. Bu İskandinav havası daha şimdiden beni çarptı herhalde.Otobüs yolculuğumuz bir saat sürüyor ve nihayet şehrin merkezine varıyoruz. Merkez tren istasyonunun yanında otobüsten indiriliyoruz. Otobüs şoförümüz elimizdeki otel adresine bakıp, metro kullanmamızı tavsiye ediyor. Kendisini dinliyoruz ve sadece bir durak gittiğimiz metroya bir servet ödüyoruz. Beş dakika önce İskandinav havasına övgüler yağdıran bünyem, metro için ödediğim parayla sarsılmış durumda. Bu, bir soygun olmalı. Sonradan fark ediyoruz ki, otel ile merkez tren istasyonu birbirlerine çok yakınlar.
Otele vardığımızda bizi çok güzel bir resepsiyon karşılıyor. Resepsiyon, tavana kadar yükselen raflarla dolu ve rafların hepsine benim anlamadığım bu dilde yazılmış binlerce kitap sıralanmış. Ortada, tavana yükselen sütunun etrafı yine kitaplarla çevrelenmiş. Burayı şimdiden sevdim ben. Hemen işlemleri halledip, odaya yollanıyoruz. Oda, İKEA’da gördüğümüz tarzın küçük bir benzeri. Yine yatağın başucundaki duvara kitap rafları konulmuş. Odayı seyretmemin vakti olmadığını düşünüp, çantalarımızı bırakıp, hafifleyerek şehrin sokaklarına atıyoruz kendimizi.
Hemen sağımızda, önünde askerlerin mavi üniformalarıyla nöbet beklediği ‘’Kunglica Slottet’’ (Royal Palace) yani Kraliyet Sarayı var. Büyük kapıdan içeri girdiğiniz zaman, sağ ve sol tarafa doğru şatafatlı merdivenlerle çıkabildiğiniz iki büyük oda ile karşılaşıyorsunuz. Şükür ki buralara girmek ücretsiz. Sol tarafta şapel, sağ tarafta ise sanırım konukların bir süreliğine ağırlandığı, bekleme salonu gibi bir yer var. Kapanma saati çok yakın olduğu için hızlı hızlı ilerliyoruz, şapele de şöyle bir göz attıktan sonra, geniş kapılar üstümüze kapanıyor.
Kraliyet Sarayı’nın içinde bulunan şapelin karşısındaki odadan…
Müzenin girişi Stortorget meydanından! |
Nobel Müzesi ile Katedralin arkaya açılan bahçe girişi |
Girişin hemen sağ tarafındaki telefon kulübesi |
Buradan çıkıp, duvar boyunca ilerliyoruz. Daha çok ben, fotoğraf çekiyorum. Hemen biraz ileride karşımıza Storkyrkan Katedrali çıkıyor. 1306 yılında açılan kilise, daha sonra Stockholm Katedrali adını almış. 18.yy’da dışı Barok mimari öğeler kullanılarak tekrar yapılandırılmış. İskandinav ülkelerinde daha çok Barok mimari tarz karşımıza çıkıyor. Daha ihtişamlı yapılar, büyük, görkemli bahçeler. Nedense böyle söylenmesine rağmen, bana yine de Gotik yapılar daha görkemli geliyor. Katedral denince benim aklıma daha büyük bir kilise gelmesine rağmen, burası öyle değil. ‘’Küçük bir katedral’’ olsa gerek. İçeriye girmeden önce kapıdan hemen biletlerimizi alıyoruz!. Buraya gireceğiz çünkü ‘’St.George ve Ejderha’’nın ünlü heykeli bu kilisenin içinde.
Kilise gezmek bir müddet sonra insanı yorabiliyor, gezip görüp döndükten sonra, geriye dair kiliselerle ilgili aklımda ne kaldı diye her zorladığımda, hatırlamakta zorlanıyorum. Evet, pek bir şey aklımda kalmıyor ne yazık ki. Belli başlı kiliselerin dışında.
Burası da, bence kesinlikle görilmesi gereken bir yer. Dediğim gibi, küçük ama samimi bir hava var kilisenin içinde. Heybetiyle sizi küçültmeyen, rahatlatıcı bir atmosfer var içerde. St.George ve Ejderha heykeli ise, inanın görülmeye değer.
Fotoğraf makinamla, loş ortamda titretmeden fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Az ileride, bir kız tripodunu kurmuş ve harika fotoğraflar çekiyor. Tripodu almadığım için azıcık hayıflansam da, ilk gün yol yorgunluğu ile yanımda taşımak istemedim. Çıkarken tripodu alarak tekrar gelmeyi planlıyorum, yine giriş ücreti vererek. Bu arada, içeride tripodla fotoğraf çekilmesine izin verilmesine de oldukça şaşırıyorum. Paris’te Arc de Triomphe’un tepesine çıkıp, tripodla fotoğraf çekemediğim zamanı bilirim ben. Oysa sadece bir caddeyi akşam ışıkları altında çekmek istemiştim, hepsi bu. Daha sonra yine bir müzede, Vasa Müzesi, tripodla fotoğraf çekimine izin verdiklerini gördüm. Stockholm’de tarihi yerlerin tripodla fotoğrafını çekmek serbest yani.
Oohhh, karnımızda doyduğuna göre, bugüne artık meydanda güzel bir kafede oturup, tatlı keyfi yapmak ve gecenin gelmesini beklemek düşer.
Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol