İnsanlık Halleri: Bildiğin ben…

“İnsanlık Halleri, bildiğin ben… Düşe kalka ilerlediğim günler, aynı telaşlı hal, aynı kendinden memnun olmama durumu, durup durup düşünmeler, ah geçiyor hayat hezeyanları ve bu arada gelip de çoktan gitmeye hazırlanan sonbahar. Hep eksiklikler değil elbet takıldıklarım; yaptıklarıma, yapabildiklerime ve hayal edebildiğim her şeye de şükür tabii ki😊”

O zaman kısa bir iç döküşten sonra merhaba!

Yazmaya nereden başlayacağınızı bilmediğiniz zamanlar oldu mu? Burada yayınladıklarımın dışında bir sürü yayınlamadığım taslak var. Başlayıp da yarım bıraktıklarım, yazıp da beğenmediklerim ya da yazmış olsam da artık yayınlamanın anlamsız olduğunu düşündüğüm onlarca yazı… Blogculuğun yazılmamış en önemli kuralı bu bence: Yazdığın ne olursa olsun fırından çıkar çıkmaz yayınlamak.

İnsanlık Halleri
İnsanlık Halleri

Hadi bir yerden başlayalım.

Anlatmak istediklerimin içinde gidilen-gezilen, içinde ayrılık da keyif de barındıran birkaç uzak-yakın destinasyon, raflar arasında dolaşırken saatler harcanılan kitapçılar, güzel yemekler yenilen restoranlar, iyi-kötü oteller, keyifli sohbetler, uzun araba yolculukları, yaklaştıkça uzaklaşan dağlar var.

Yukarıda saydığım yerlerin hiçbirini yazmadım. Yazmayı çok istedim ama yazmak için oturamadım. Yazmaya nereden başlayacağımı bilemedim. Birkaç satır karaladığım yazılarda da hissettiğim duyguyu bulamadım; zira anlatmak istediğim tek şey duygularım. Beni heyecanlandıran, beni sevindiren, beni duygulandıran şeylerden bahsetmek istiyorum sadece. Yolun sonunda varılan nihai noktadan çok yoldaki heyecan ilgimi çekiyor.

Hepimizin parmaklarının arasında içinde dünyada olan her şeyi barındıran küçük aletler var. Elimizdeki telefonlardan gidilecek bütün restoranları, yeni açılan bistroları, yemezsek eksik kalacağımız yemekleri öğreniyoruz. Saatlerce bir dükkanın önünde sıra bekleyip nihayetinde bir ekmeğin üzerine konulmuş poşe yumurtamıza kavuşuyor; uzak bir kentteki favori kahvaltı mekanında, tıpkı herkes gibi kahvaltımızı ediyoruz. Hepimiz aynı yollardan yürümek zorundayız. Başka yolu yok. Her şeyin sadece pazarlama ve satış olduğu bir dünyada yaşıyoruz.

Dünya puanlanacak, ardından koşulacak onca restoran, onca kafe ile dolu. Kim Cedric Grolet‘nin pastanesinin önündeki upuzun kuyrukta saatlerce bekleyip o muhteşem kruvasandan yemek istemez?

Oysa ben saatlerimi bir bistronun önünde bekleyerek geçirmek istemiyorum. Harcanacak bunca vaktimiz var mı gerçekten?

Arkadaşlar soruyorum: Yaşlanmak geçmişe daha çok mu bakmak demek?

İnsanlık Halleri: Tekrar düşündüğümde beni heyecanlandıran şeyler…

Bayramda, düşündüğümde beni çok da heyecanlandırmayan bir Almanya seyahati yaptık. Doğduğum yeri görmenin dışında bende pek de iz bırakmayan bir seyahat oldu. Alışkın olduğumuz bir pasaport kontrolü ardından yine kafamda aynı soru belirdi: Neden ısrarla yolumu bu ülkeye düşürüyorum?

Dünya Hali
Dünya Hali

Ardından bir Samos seyahati. Yine tanıdık bir cümle aklımda: Yunan adalarını da Yunanlıları da seviyorum. Niye her fırsatta buraya geldiğimi de kalben biliyorum. Egenin iki tarafında aynı yemekleri yiyip nasıl birbirimizden bunca farklı oluruz? Akdeniz insanı benzerliklerinden bahsetmediğimi hepimiz biliyoruz. Değil mi?

Peşine tüm hayatım boyunca ilk kez gittiğim bir Kıbrıs tatili. Denizinin tüm güzelliğine rağmen kafamda beliren kocaman bir soru işareti: Bir ada nasıl bu kadar çirkin yapılaşabilir? Şunu kabul etmek lazım: Güzel ne demek bilmiyoruz, estetikten anlamıyoruz.

Sonbahar başı da şimdilik son seyahatimiz: Bir günlük bir Londra konaklaması, Durham’a geçiş ve ardından İskoçya’nın dağlarına yolculuk.

Anlatmak istediğim, düşünürken heyecanlandığım yer burası. Yolda olmanın ne demek olduğunu anımsadığım, hayatın içinde kendimi küçücük ama mutlu hissettiğim, yol boyunca durmadan ilerlemek istediğim bir yol hikâyesinin içinde olmak ve devam etmek… Nefes aldığımı hissettiğim zamanlar işte böyle anlarda beliriyor.

Tren pencereleri…

İngiltere’de olmanın en güzel yanlarından biri trenle ülkenin her yanına gidebilmek. Bir pencere kenarında oturmak, dışarıyı izlemek, güzel hayallerin peşinde koşmak. Bir trende yol alırken iyi şeyler dışında bir şey düşünmek mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Dışarda hızlıca akıp giden bir hayat var ve sen içerde bir yerden,- anne kucağı gibi bir yer burası benim için-, önünden geçip giden dünyaya bakıyorsun. Öyle bir yerdesin ki hiçbir şey dokunamaz sana. Hayat, canını acıtamaz. Sadece güzel şeylerin olduğu bir yerdesin ve daha güzel bir yere varmak için yol alıyorsun.

Londra’dan trenle Durham, Durham’dan trenle Edinburgh, oradan başka bir trenle Glasgow böyle bir yolculuktu. Birbirinin peşi sıra bir yerden bir yere giden  trenler… Ayrılıklarımın başlangıçlarında da artık hep tren yolculukları olsa da benim için trenler yine de kavuşmaya dair. Atilla İlhan’ın dediği gibi ayrılıklar nasıl sevdaya dahilse, trenler de kavuşmaya dair bir ayrılık yazıyorlar hayatımda.

Sonra aklımı başımdan alan dağlar var. Glasgow’dan arabayla peşine düştüğümüz göller, yol boyunca bize eşlik eden ormanlar, rüzgârın başka bir şeyin yaşamasına izin vermediği suskun vadiler… Yürürken birden bire yumuşayan rüzgârdan bir dağın gölgesine sığındığını fark ediyorsun. Bunları anlatmak istiyorum. Göllerin, dağların, deniz kenarındaki ıssız şatoların hissettirdiklerinden bahsetmek istiyorum. Bunca güzel şeye sadece güneş eşlik etseydi nasıl olurdu bilmiyorum. Ama yağmurun da yaşadığımız ana kattığı güzel şeyler vardı.

Bir önceki soruya başka yerden bir bakış açısı geliyor: Doğaya bu kadar dönmek bir yaşlılık belirtisi mi?

Bilmiyoruz: Araştırıyoruz 👻

Aklımda yakınlarda çıkacağımız bir seyahat ve ya anlatmadan unutursam diye korktuğum bir İskoçya seyahati var.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

İnsanlık Halleri: Bildiğin ben…” yazısında 6 düşünce

  1. Semi diyor ki:

    Blog yazma konusunda sana o kadar katılıyorum ki bilemezsin! Benim de yayınlamadığım taslak dolu. Okuyunca saçma bulup sildiklerim vs. Uzun ara vermek hiç akıl karı değil. İnsanı cidden çok zorluyor. Halbuki dünyayı mı kurtarıyoruz, yaz yayınla:)
    Doğa ve yaşlanmak arasında bence bir bağlantı yok, olsa olsa belki gençken çok hoş gelen şehir yaşantısının ilerleyen yaşlarda bayması olabilir. Hani çoğunluğun sahil kasabasına, dağa, ormana çekilme hayalleri gibi. Ben burada doğanın içindeyim, orman kıyısında bahçeli evler, evin bahçesinde sincap, binbir çeşit kuş, köstebek, kirpi, ördek hatta geyik görmüşlüğüm var:)) Masal gibi duyuluyor farkındayım. Ama gel gör ki ne zaman şehir merkezine gitsem kafeler, restoranlar, gençler, yürüyüş mesafesindeki müzeler, sinemalar vs. derken bu hareketliliğin bana çok daha iyi geldiğini anlıyorum. Geçen ay Paris’te yaşayan 83 yaşındaki eşimin uzak akrabası bir yakını bizi ziyarete geldi. Onunla yaşlanmak üzerine konuşurken dikkat çekici bir şey söyledi. Arkadaşlarım yaşlandıkça Paris dışına taşındılar, sonra çoğu pişman oldu dedi. Sağlık sorunları çıktıkça ve artık bu yaşlarda araba da kullanamayınca gidip gelmek ve tabii ki yalnızlık sorun olmuş. Kendisi Paris’in göbeğinde yaşıyor ve bundan çok mutlu:)
    Turist yığınından nefes alınamayan ‘gezilecek’ yerleri sevmiyorum, uzun kuyruklara tahammülüm kalmadı. Görmesem de olur, bir tarafım eksilmez:) Zaman çok değerli.
    İskoçya şahanedir, bende yeri ayrıdır. Yürüyüş rotaları nefistir. Senin izlenimlerini de merak ediyorum.

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Semi,
      Her şeyden önce yorum yazman iyi geldi. Her seferinde söylüyorum seni özlüyorum. 🙂
      Bir şeyi ne kadar çok yaparsan, daha iyi oluyorsun. Bu net! Ben de nereden başlayacağımı bilmiyorum. Bir de dünyayı kurtaramayacağımı bilsem de yaptığım şeyi güzel yapmak istiyorum. Bak, yeni bir yazı yazdım. Orada da eski blogları ne kadar çok özlediğimi yazdım. Blog okumaktan ne çok keyif alırdım. Sanırım şimdilerde burada olmamın sebebi yazmayı çok sevmem. Daha doğrusu bana iyi gelmesi. Yoksa okuduğum bloglar belli. Zaten zamanımı anlamsızca harcarken bir de bir şey yazmadığını bildiğim yerlerde dolanmıyorum. Belki aynı sebepten beğenmediğim yazıları da paylaşmıyorum. Bir keresinde bir blogcu hiçbir blogu takip etmediğini yazmıştı. Çok kibirli gelmişti söylediği. Sanırım şimdi ben de öyle söylemişim gibi olsu ama böyle değil. Her şeyin içi boşaldı demek istiyorum sadece.
      Kendi hayallerimizin peşinden bile koşmuyoruz artık; bizim için kurulmuş hazır hayaller var.
      Ne güzel bir yerde yaşıyorsun. Ben imreniyorum böyle yerlere, yaşamlara. Şehrin insanı çeken yanları çok ama İstanbul’da yaşayıp da neden faydalanıyorum ki sorusunu da soruyorum kendime. Doğaya yakın olup yürüyüş yapmayı çok isterdim mesela. Doğayla şehir iç içe olsa o bambaşka bir şey olurdu tabii 🙂
      Almanya’da yapamam gibi geliyor. Nedeni hislerim 🙂 Bir türlü barışamıyoruz.
      Olduğun yerden bahsetsene Semi. Çok keyifle okurum. Hadi bizi biraz doğaya çıkar.
      Çok öpüyorum seni.
      Uğradığın için de nasıl mutlu oldum.

      • Semi diyor ki:

        İstanbul insanı yorar tabii, bunu anlayabilirim. Ama burda öyle insanı o denli yoran şehir yaşamı yok. Toplu taşıma bağlantıları iyi, şehirler aşırı büyük değil. Bir yere gitmişken 3-5 yerdeki işini rahatlıkla halledersin. Her şehrin merkezinde park vs kesinlikle var. Hem de en kocamanından. Bisiklet yolları vs. Özetle burda doğa için şehrin dışına çıkmana hiç gerek yok:) Hani benim yaşadığım yere imrendiğini yazmışsın ya, Almanya ideal bu konuda, senin barışamamaman ilginç.
        Yeni yazını da okudum, sonra yine geleceğim yorum bırakmaya. Yazıların ilaç gibi geliyor.

        • Özlem Öztürk diyor ki:

          Kesinlikle yazdıklarının hepsine katılıyorum. Sanırım Almanya ile değil de Almanlarla derdim. 🙂 Sana da böyle yazmam tuhaf di mi? 🙂 Tuhaf bir şekilde Almanya’da hep soğuk kişilikleri kendime çekiyorum. Pasaport polisleri, ekstradan X Ray’e sokulan bavullar, tekrar pasaport sorgulamaları… Daha bir kez bile bavullarımı açtırmadan Frankfurt Havaalanından çıkamadım. En son Christmas Market içn Dresden seyahatinde de çift kontrolden geçtim. Diyeceksin ki başka girişlerde gelmiyor mu bu durum başına? gelmiyor. Almanya hiç sektirmiyor :))
          Yoksa Almanya’nın doğası, kurallı yaşamı güzel. En son Münih çok şaşırttı beni. Ne çok değişmiş, karanlık bir şehir olmuş. Dünya değişiyor ama. Doğduğum yere gittim bu sene ilk defa, Almanya’da. Vuruldum mesela. Almanya benim için Akrep burcu sevgili gibi uzun lafın kısası: Ne onunla, ne onsuz. Yorucu bir ilişki bizimkisi 🙂
          Çok öpüyorum seni. Şu dağları, ormanları yaz biraz 🙂

  2. Aksam Sefasi diyor ki:

    Yok ya, dogaya dönmen yaslilik belirtisi degil, doganin seni genc tutmak istedigi icin verdigi bir sinyal:))) Ha ayrica cok gezmek, farkli yerler, farkli kültürler görmek de genc tutuyormus insani:)

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Öyle mi dersin? Sonuçta, sen de ben de biliyoruz ki canım ne isterse onu yapacağım. Yaş anlamında ileri doğru gitmenin, bak hâlâ yaşlanmanın diyemiyorum, iyi bir yanı varsa o da canını istediğini yapma özgürlüğünü kazanmak olsa gerek. :=)
      Bodoslama dalıyorum hayata, olduğu kadar 🙂
      Sesin çok iyi geldi bugün bana.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir