Dertlenmeler

İş çıkışı o kadar acıktım ki saat 19.30’daki yoga dersine gitmedim. Eve gideyim; yemek yer, duş alır, ayaklarımı uzatır, keyif yaparım dedim. On beş dakika uzaklıktaki evime elli dakikada vardım. Yoga için spor salonuna gitseymişim daha mantıklı olurmuş. Gerçi geçen haftaki derslerden birinde karga duruşu yapayım derken omzumun üzerine düşmüştüm. Hoca tepemde, “iyi düşüş!” dedi. Bence de iyi bir düşüştü. Trapez kasımı incitmiş miyim, ezmiş miyim ne omzum ne tarafa dönsem ağrıyor. Kendi kendime tedavi uygulamaya kalktım ama olmadı. Neticede üç haftadır çekiyorum. Dost kontenjanımdan doktorum fizik tedavi yaptır ya da iğne yapayım dedi. Yok dedim. Karga duruşu kim, ben kim? Selçuk kargaları seviyor diye bu kadar heves ettim herhalde. Uzun lafın kısası boynumu bir taraftan bir tarafa çevirirken karga gibi gaklamaktan başka bir şey yaptığım yok. Yoga falan hikâye. Kendimi eyliyorum.

Duştan sonra biraz yatağa uzandım. Telefonu elime alıp eskiden okuduğum, artık yazmayan bir blogun eski yazılarını okuyup nostaljik bir cuma akşamı okuması yaptım. Kimse üstüne alınmasın ama eskiden süper bloglar vardı. Leylak Dalı anladı beni. Geçen gün telefonda konuşurken, biri vardı dedim, yazılarını okumayı ne çok severdim. Kimdi adı derken şak diye söyledi. Eee çünkü Nurşen Abla iyi yazmak ne demek biliyor. Isabel Allende gibi ne yazsa okutacak bloglar vardı bu alemde. O yıllar buralarda yazmak başka bir alemdi. Ben o zamanlar en kötü halimle yazar ama en iyi halimle okurdum. Okurluğuma hâlâ laf söyletmem. Sanırım o günler sosyal medyada daha az zaman harcayıp daha verimli, daha güzel şeyler okuduğum yıllarmış.

Dertlenmeler
Dertlenmeler

Dertlenmeler: Bir film, bir kitap…

Cumartesimi dışarda geçirdim. Sevmediğim bir şeyin peşinde, alışveriş. Selçuk’a seyahat için su geçirmez bir bot aldık. Sonra eve gelip film seyretmeli, kitap okumalı, çay içmeli hayatımıza geri döndük. Mark Wahlberg’ın Father Stu. Çok beğendim. Stu’nun insanın çileden çıkaran halini de Tanrı’yla barış imzalamış ve huzura kavuşmuş halini de çok sevdim. Hayatta barışmak istediğim tek kişi kendimim. Huzurlu, çokça da boşveren bir insan olmayı çok isterim. Bu aralar yine ezoterik şeylere merak sardım. Kendi kişisel gelişimimi genellikle okuduğum kitaplarda arıyorum; kişisel gelişim kitaplarından çok romanlardan. Spiritüel konular ilgimi çok çekiyor. Mesela dünyada kutsal yerler olduğuna inancım sonsuz. Bu kutsal yerleri de bir ormanda, bir dağda çokça da kendi içimizde bulacağımıza inanıyorum. Benim için en anlamlı ruhani deneyim bir denize, bir nehre, bir dağa bakmak. Dünyanın sonundaki uzak bir köşeye yolculuk etmek. Aldığımız her nefes için şükretmek ve her şeyin en güzelinin bizi bulacağına inanmak. İstemediğim bir şey olduğunda ya da çok istediğim bir şey olmadığında daha iyisinin olacağına inanıyorum.

Olduğu kadar diyorum ya da bu halimize, bu günümüze de şükürler olsun.

Dertlenmeler: Bir kitabın hissettirdikleri

Böyle düşündükçe de düşündüğüm şey oluyorum. Düşündüğüm şeyler beni buluyor. Beni bulan her şey dışardan bakıldığında büyük anlamlar taşımıyor ama özünde benim aradığım şeyi barındırıyor. Dün akşam elime bir kitap aldım. Edinburgh’un en eski kitapçısından, şehirdeki son günümüzde aldığım bir kitap: What You Are Looking For is in the Library. Kitabımızın sıradan bir Japon kahramanı var. Tokyo’da bir alışveriş merkezinin kadın kıyafetleri reyonunda çalışan Tomoka. Üniversiteyi bitirmiş ve hayallerini gerçekleştirmek için kırsaldan kalkıp Tokyo’ya gelmiş. Olduğu halinden pek de memnun değil. Daha iyi şeyleri hak ettiğini düşünüyor. Sahip olduğu işi de gelip geçici bir iş olarak görüp orada çalışan diğer insanlara biraz üstten bakıyor. Etrafındaki insanlara kötü davranmasa da içinden bir ses ona şöyle diyor: Buradaki insanların sahip olduğundan daha iyisine layıksın. Ah, hangimiz böyle düşünmüyoruz ki? Hangimiz aslında hâk ettiğimizden daha azına sahip olduğumuza inanıp biraz kendimizi çokça da başkalarını suçlamıyoruz.

Tomoka bir gün bir merdiven aralığında kendi yaşlarında biriyle karşılaşıyor ve bu çocuktan hayatla ilgili başka şeyler duyuyor. Tomoka’nın hayranlıkla baktığı bir işi bırakıp bu alışveriş merkezinde çalışan çocuk hayatından memnun. O, Tomoka’dan daha başka bir şeyin peşinde: Daha insanca bir yaşamın. Daha temiz besinlerle beslenmek, daha çok uyumak, daha sağlıklı bir kafaya ve vücuda sahip olmak, görev icabı değil de sevdiği için kitaplar okumak gibi.

Kitap, böyle basit hayatların alnlatıldığı beş hikâyeden oluşuyor. Okuduğum en edebi kitap olmasa da ihtiyacım olan bir şeyi sunuyor bana bu kitap: Kek kokusu, kütüphaneler, insana mucizevi reçeteler yazan kütüphaneciler, huzur… Eh, bana anlatma istediği verdiğine göre de okuduğum şey bana iyi gelmiş demektir.

Yeni bir haftaya başlangıç…

Dertlenme falan demişken, hayat her şeye rağmen çok güzel. Eskiden sahip olduğum enerjiye artık sahip olmadığımı görüyorum. Bir şey yaapcaksam daha uzun düşünüyorum. Her şeyi değil ama sevdiğim şeyleri yapmak istiyorum. Neyse, önümüzdeki hafta sonu yoğun bir program bizi bekliyor. Bir de beklediğim biri geliyor. Hızlıca gelip bir merhaba deyip geri dönecek. Sonraki haftaysa yolculuk Peru’ya. Aylar öncesinden yapılmış bir programa adım adım yaklaştık. Umuyorum her şey çok güzel geçer.

P.S 1: Fizik tedaviye başlıyorum. Belki uzun zamandır devam eden kulak çınlamama da bir çözüm olur bu iş.

P.S 2: Uzun yıllardan sonra Meg Ryan’dan bir film geliyor: What Happens Later. Muhtemelen beklentilerimizi karşılamayacak. Kendi gençliğimiz nasıl geçip gittiyse Meg Ryan’ın kaybolmuş gençliğine bakıp iç geçireceğiz ama olsun. Neticede Meg Ryan sevgimiz sorgulanamaz. ❤️

Kitaplarla ilgili yazmış olduğum bir POSTU da buraya iliştiriyorum.

Ocak ayında bir NEW YORK kısmet olunca Meg Ryan’lı bir POSTU da buraya koymadan duramadım.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Dertlenmeler” yazısında 8 düşünce

  1. Sezer Eser Perker diyor ki:

    Ne güzel tatlı tatlı anlatmışsın yine. Ruhani deneyim tanımına katılıyorum. Benim de kendimce ritüellerim var. Ben de dünyada kutsal yerler olduğuna inanıyorum ve bunun illâ çok söylenen, gidip görülen, önünde kuyruklar oluşturulan yerler olmayacağını düşünüyorum. Hislerimize güvenmemiz lâzım, bakış açımızı genişletmemiz lâzım, algımızın açık olması lâzım.
    Peru için şimdiden iyi seyahatler dilerim Özlemcim. Umarım burada da yazarsın. Bence terk etmeyelim bu civarları:)
    Kocaman sevgiler…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Hafta sonu gördüm yorumunu. Öyle hızlı geçen bir hafta sonuydu ki an itibariyle işte kendime gelmeye çalışıyorum. Kuzey cumartesi sabah gelip pazartesi sabah döndü. Ne geldiğini anladım, ne gittiğini. 🙂 Neyse, buna da şükür. Peru seyahati bu cuma. Çok heyecanladığımız, yıllarca hayal ettiğimiz bu seyahate bir eksikle çıkıyoruz. Kısmet diyorum. Bir de aşırı bir yorgunluk hepimizde. Bu seyahat her olumsuzluğa karşın bir hayal, bir umut benim için. O yüzden çok güzel geçeceğini daha şimdiden gözümde canlandırıp yorgunluğumu unutmaya çalışıyorum.
      Yazmak en sevdiğim şey. Umarım yazarım.
      Çok öpüyorum.

  2. Leylak Dalı diyor ki:

    Ayol bana vahiy inmedi, bloga girip yazıyı okuyunca gördüm yoksa istediğin kadar etiketle malum olmuyor, Instagram mı burası :))) O yemeğe tok gelenler hesap düşük gelsin diye yapıyordur, evde karnını doyur, yemekte su içersin hesabı :)) Bizde de var öylesinden çok. Bir keresinde lise kızları toplanıp yeni açılan hoş bir mekana gittik. Biz yemek yerken geciken bir arkadaş geldi. “Ay ben ne yesem, ay karnımda aç değil” vızıldadı durdu, “Yeme” dedik, “kahve iç, çay iç ya da hiçbir şey isteme”. Ama kendine de yediremedi tuttu menüdeki en pahalı şeyi istedi, çünkü biz de onu yiyorduk. Bonfile. Tabak gibi 4 parça bonfile geldi, bir parçanın ucundan ucundan yedi, geriye kalan 3,5 parçayı bıraktı. Belli ki gerçekten yiyip gelmiş gösteriş ısmarlaması yaptı. “Bari paket yaptır” dedim, “dünyanın parasını vereceksin ve bu et belki atılacak artık diye”. “Ay yok olmaz, kalsın, ayıp olur” dedi tabağı öylece kaldırdı garson. Sonra su istedi, ardından hesap geldi. Sen bonfile tabağını neredeyse yemeden gönderen kadın suyun fiyatına çıldır, resmen kavga etti garsonla. Garson diyor müessesenin seçimi benimle alakası yok, kadın dinlemiyor. Fiyat da abartılı değil ha, markette satılanın birbuçuk misli falan. Zor susturduk, ayh etrafımız manyak dolu…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Bizimkilerin durumu hesap değil 🙂 İnsanlar şaşırdı gibi geliyor. Dışardan bakıldığında ben de böyle geliyor olabilirim. Kimseyi tanıyamıyorum, kimseyi anlamlandıramıyorum. Hayat bizi garip bir şey yaptı. Eskiden herkesi mutlu etmeye çalışırdım. Aman o kırılmasın, bu gücenmesin. Temel durumlarda buna dikkat etmekle birlikte artık kendi kişisel mutluluğumu bozacak çoğu şeye izin vermiyorum. Yalnızlığı seviyorum. Kendimi dinlemeyi, yürümeyi, bir kafede tek başıma oturmayı, defterime notlar almayı. Hayat dostlarımla çok güzel ama belli ki yalnızlıktan güzel benim için.
      Çok öpüyorum seni.

  3. Leylak Dalı diyor ki:

    Ay adım geçince bir mutlu oldum, gazetede ya da dergide benden bahsedilmiş de ünlü olmuşum gibi geldi, ahahaha 🙂 E yavrucum güzele güzel denir, iyiye iyi, marifet iltifata tabidir ve de aklın yolu da birdir. Özlüyoruz Endişeli Peri’yi ve Qunegond’u. Bir şeyi beğendikleri halde kıskançlıktan burun kıvıran insanlardan tiksiniyorum. İnsanın gerçek dostu iyi gününde yanında olandır, çekememezlik etmeden, kıskanmadan. İmrenirsin o ayrı mesele. Amma felsefe yaptım, üstelik lisede iğrenç bir felsefe öğretmenimiz vardı, felsefeden soğuttu yeminle. Ben dört yıllık sinema orucunu bozdum ki tam bozdum, Ankara Film Festivali’nden 4 film izlemiş bulunuyorum, yarına da bir biletim var ama Umutçiko hasta sanırım o gelecekse iptal edeceğim mecburen. Mevsim geçişi ya kırılıyor millet, ben de maske ile izliyorum filmleri. Neyse öptüm şekerim…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Adının geçtiğini nasıl anlıyorsun? Tamam link ekliyorum ama yine de senin nasıl haberin oluyor bilmiyorum. Eh, gördüğün gibi blogculuğumun bilmem kaçıncı yılında bile sürprizlerle doluyum. İsim vermedim ama Qunegond’u ekleseymişim keşke belki yeniden yazardı. Endişeli Peri’den hiç umudum yok. Güzel zamanlardı yahu 🙂 Bir şeyi beğendikleri halde burun kıvıran çok var. Bir tanıdığımız vardı, arkadaş demeyeyim. Garip bir huy edinmişti kızcağız. Sipariş ettiği her şeyi yarım bırakıyor ve beğenmedim diyordu. Yemeği falan geçtim de kahveyi yarım bırakmak tuhaf kaçıyordu. Bir şey zannediyordu o yarım bırakma, burun kıvırma işini. Bir de şu tipler var bak anlamadığım. Çevremde de var birkaç tane. Yemek buluşmasına tok gelenler :)))) Bak bunu Selçuk’la anlamıyoruz. Geçen bana, “Bne bir daha yemek organizasyonuna gitmeyeceğim bunlarla.” dedi. Haklı bence ama durumun komik bir yanı da var öte yandan. Biz Selçuk’la güzle güzel yiyoruz zira 🙂 Neyse, çok konuştum yine. Efenim, şeref verdiniz buralara kadar gelip. Çok öperim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir