Anne Frank’ın evi

Yıllar olmuş aslında gittiğim günden beri…
Amsterdam’da fotoğrafa gülümsediğim andan bugüne boyum hiç uzamamış ama gülümsediğim zaman gözümün kenarını mesken tutmuş anlamlı kırışıklıklar oluşmuş. Hafif ama yılların geçtiğini bana hatırlatan. Anne Frank’ın evi aklımda birkaç gündür, saklandığı yerden ziyaret etmekte beni. Kanala bakan evinin kapısında çekilmiş bir fotoğrafım var. Hangi gidişimizde ziyaret ettiğimizi hatırlamıyorum evi. Sanırım II. Amsterdam çıkarması olabilir. Yüzümde hafif, korkutsan kaçacak sıcak, yarım bir tebessüm… Belki eve girmeden önce çekilmiş bir fotoğraf, belki de evi gezdikten sonra.
”Fotoğraf makinelerinin vizörlerine hep gülerek bakılmalı” der gibiyim. Gülümsemem hâlâ dijital ortamda saklandığı için, fotoğrafın kenarlarında zamanı ele verecek bir sararma yok şimdilik. Belki dijital ortamda da iz bırakabilir bir müddet sonra zaman… Kim bilir!

Uzunca bir müddet sıra bekledikten sonra, evin içindeyim işte. İçeride yıllar önce Anne Frank’ın elinin dokunduğu herhangi bir eşya yok. Duvarlarla karşı karşıyasınız. Size bulunduğunuz bu mekanın içinde yıllar öncesini anlatmaya çalışan, üstüne fotoğraflar yapıştırılmış duvarlar…

Pencereden arka bahçeyi görebiliyorsunuz. O zamanlar bu odada perdeler hep kapalı tutulsa da, bugün güneşe başınızı uzatmak mümkün. Orada, o evin duvarları arasında hayal kurmamak mümkün değil. Küçük Anne’i düşünüyor insan; gülerken, oynarken, yatağında uzanmış elinde kalemi önündeki deftere sıkıcı günlerini karalarken ”sevgili kedicik” diye başladığı günlüğüne.

Duvarda evde bulunan çocukların o günlerde büyümelerine tanıklık eden, küçük aralıklarla yükselen boy grafikleri; bir yerlerde takılıp kalmış, artık hiç büyümeyecek çocukların büyüme düşlerrinin son bulduğu yeri bize gösteriyor. Uzayan boyumuzu,gülümseyen yüzümüzü gerçek kılabildiğimiz gibi düşlerimizi de gerçek kılabilseydik keşke…

Gözlerinin içi parlayan, gözlerindeki gülümsemeye yüzündeki kocaman tebessümle eşlik eden bir kızmış Anne Frank.

Düşününce ne dün yaşananları, ne de bugün hâlâ yaşanmakta olanları anlayabilmek mümkün değil. Dünyayı güzel kılmak varken, bu hale getirmek neden?

Otto Frank, -Anne’ın babası-, II.Dünya Savaşı’ndan sonra Anne’ın günlüklerinin yayınlanmasına karar vermiş, bu kadar okunup ilgi uyandıracağını düşünmeden. Bugün müze haline getirilen evin, içindeki eşyalarla sergilenmesine ise izin vermemiş. Duvarları günlükten yazılar, savaştan fotoğraflar ve Anne’ın fotoğrafları doldurmakta…

İki yıldan fazla bir süre saklandıkları eve üç raflı bir kitaplığın arkasına gizlenmiş bir kapıdan girilebiliyor. Anne’ın yazdıklarını günümüze taşıyan el yazması günlükleri gibi, uzunca bir süre Anne’ı ve sevdiklerini saklayan dolabın bir kitaplık olması ne büyük ironi!

Şimdi müze haline getirilmiş olan ev, yaşananların resmi kanıtı olarak Amsterdam’da dimdik ayakta durmakta, müzeye girmek isteyen kalabalık insan toplulukları da önünde uzun sıralar oluşturmakta. Önünden uzun bir kanal, sakin sessiz akmakta. Kanalın önünde, evin tam karşısında banklar sıralanmış oturup düşünmek isteriz diye belki. Belki de öylesine!

Sokağın diğer köşesinde, evin karşısında hem yaşamı, hem ölümü simgeleyen bir kilise. Ben gittiğimde çanları gülümseyen mutlu gelin ve damat için çalıyordu. Anne Frank’ın komşularının evlendiği gün camdan sarkıp mutlulukla, belki de hayallerle izlediği gün gibi… Hayat akıp gitmekte….

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Anne Frank’ın evi” yazısında bir düşünce

  1. BAYKUŞ GÖZÜYLE... diyor ki:

    Anne Frank'ın kitabı okumuştum,çok etkileyiciydi.
    Siz de saklandıkları evi canlandırıcı anlatmışsınız.Hem kitabın etkisiyle gözümde canlananlar,hem arkadaşımın evi gezdiğinde yaşadıklarını dinlemek şimdi de sizin söylediklerinizle iyice harmanlandım.Gezmiş gibi oldum.Teşekkürler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir