BARSELONA:2 Barselona’da ikinci gün:)

”Sokakları ağaçlarla donatılmış bu şehir beni bu haliyle şaşırtıyor. Yeşil, Barselona’yı tanımlamak için en doğru renk. Balkonların hemen hemen hepsinden çiçekler sarkıyor. Yemekleri ayrı bir keyif. Bu kadar lezzetli tapasları deneyip, çiçek sarkan balkonlarını görünce hemen hayal kuruyorum. Balkonda oturuyorum, tapasımın yanında çayımı yudumluyorum. Ne fantezi ama değil mi? Hem belki Almadovar balkonun altından geçerken benim şen kahkahamı duyup kafasını yukarı kaldırıp bu yüzyılın son keşfini yapabilir, kim bilir?”



     Bu ateşli Akdeniz şehrinde ikinci sabahım. Kaldığımız odanın bir balkonu var. Su ısıtıcısının içine su dolduruyorum. Kaynayan suyu bardağıma boşaltıp çay yapmak istediğimde siyah çayın olmadığını görüyorum. Kahveye uzanıyor elim. Benim için sorun değil ama odamızda çay yokluğundan hayal kırıklığına uğrayan mutsuz bir surat var. Elimde kahve fincanımla balkona çıkıp sandalyeye oturuyorum. Sandalyeye eşlik eden bir sehpanın olmaması canımı sıkıyor. Bu odada neden her şeyin eksik bırakıldığını düşünüyorum. İçimdeki hep yarım olanı tamamlama duygusu kabarıyor. Çiçeksiz bir saksı, masasız bir sandalye, içinde fotoğraf olmayan bir çerçeve ne derece bir bütün olabilir ki?

Kahvem keyif vermiyor. Günün sakinliğinde kendimi ve şehri dinlemekten vazgeçiyorum. Ateşli sokaklara inmeye karar veriyorum. Güzel bir kahvaltı yapmayı teklif ediyorum.

Kurduğum hayallerin eşliğinde yürüyorum. Kafamın içinde fonda devamlı bir müzik. Elbette gitar başrolde. Kırmızı fırfırlı etekli kadınlar… İspanyol kadınlarını her zaman beğenmişimdir ben. Tabii benim için İspanyol kadınları Penelope Cruz demektir. Her tarafı ağaçlarla bezenmiş Barselona sokaklarında, ben de Penelope Cruz edalarında dolaştım durdum. Saçlarımı kafamın tepesinde hiç toplamamaya çaba gösterdim. Baharın etrafı kuşatan yemyeşil ağaçların üstümde bıraktığı huzur duygusuyla ve cava’nın verdiği hafif coşkuyla önüme gelen tüm tapasları mideme indirdim. İtiraf ediyorum, herhangi bir vicdan azabı da çekmedim. Buraya gelmeden önce sessiz, sakin gecelerimden birinde Vicky-Cristina-Barselona’yı izledim tekrar. Şimdi Woody Allen’ın gözünden izlediğim Barselona’dan izler yakalamaya çalışsam da, şehir o kadar kalabalık ki koca puntolarla bana özel işaretler bırakılmış olsa bile görebilmem mümkün değil. İstesem de Scarlett Johansson ile canlanan Cristina’nın objektifinden gördüğüm Barselona’yı bulma şansım yok. Zaten buna ihtiyaç da yok. Bence herkes kendi Barselona tarihini yazabilir. Hemfikir olmamız gereken bir nokta var ki o da bu şehrin Anton Gaudi’nin şehri olduğunu kabul etmek!

Sokakları ağaçlarla donatılmış bu şehir beni bu haliyle şaşırtıyor. Yeşil, Barselona’yı tanımlamak için en doğru renk. Balkonların hemen hemen hepsinden çiçekler sarkıyor.Yemekleri ayrı bir keyif. Bu kadar lezzetli tapasları deneyip, çiçekler sarkan balkonlarını görünce kafamdan hemen bir kombinasyon yapıyorum. Balkonda oturuyorum, tapasımın yanında çayımı yudumluyorum. Ne fantezi ama değil mi?Hem belki Almadovar balkonun altından geçerken benim şen kahkahamı duyup kafasını yukarı kaldırıp bu yüzyılın son keşfini yapabilir, kim bilir?

Uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapmaya karar veriyoruz. Şehri, şehir turu yapan otobüslerin izinde takip edeceğiz. Plaça de Catalunya’da sıralanmış turist kalabalığının içinde bir müddet dolaştıktan sonra hangi tura bineceğimize karar vermeye çalışıyoruz. Önünde uzun bir kuyruk olan sırada beklemektense diğer tura binmeye karar veriyoruz. Kolay karar!

Şanslıyız. Sıranın en önündeyiz. Otobüse biner binmez biletlerimizi alıp üst kata çıkıp en ön sıraya oturuyoruz. Kulaklıklarımız kulağımızda. Böylece gezdiğimiz yerler hakkında bilgi alabileceğiz. Bazı yerler beni hiç ilgilendirmiyor. İnsanların limanda akın akın gittiği yerin bir alışveriş kompleksi olduğunu öğreniyorum. Otobüs koca binanın önünden geçip sonra tekrar geriye dönüyor. İçinde sinemalar, kafeler, restaurantlar ve alışveriş yapmak için mağazalar bulunan bir yere gitmeyi hangi gezgin ister ki diye düşünüyorum. Hey!!!! İnsanlar buraya Gaudi’yi tanımaya, tapas barlarında oturup yemek yemeğe, sarhoş olmaya geldi. Meşhur akvaryum da benim listemde yok. Uzun bir gezinin ardından Sagrada Familia’da otobüsten iniyoruz. Dışından etrafını dolaşıp bir fikir sahibi olmaya çalışıyorum. Kiliseyi uzaktan seyredilmek için altına sığınabileceğimiz bir gölge, ayaklarımızı uzatabileceğimiz fazladan bir sandalye ve içecek bir şeyler arıyoruz. En doğru köşeyi Starbucks kapmış gibi gözüküyor. Şimdi Starbucks nereden çıktı değil mi? Burada nedense her köşe başında bir Starbucks var.

Ooooh! Gel keyfim gel. Kilise buradan, gözlerimle ona dokunduğum yerden çok karışık geliyor gözüme. Büyüklüğünü, heybetini tartışmaya gerek yok. Bulunduğum noktadan bellerinden kemerle kilisenin tepesinden sallanan kırmızı formalı insanların kilisenin dışında yapım çalışmaları yaptığını görüyorum. İşte burada, Sagrada Familia’nın tam karşısında Starbucks da oturmuş, Gaudi’nin ”bitmeyen kutsal aile”sinin hâlâ süren yapımına tanıklık ediyorum. Bugün içeri girmeyeceğiz çünkü kiliseye giriş kuyruğu çok uzun. İçeceklerimizi bitirip biraz dinlendikten sonra tekrar otobüse binerek bu sefer Gaudi’nin bir başka eseri Park Güell’de inip parka ulaşmak için yokuşa doğru tırmanmaya başlıyoruz.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir