İSKANDİNAVYA GÜNCESİ-5

DJURGARDEN, SKANSEN VE VASA MÜZESİ

   Fotografika’dan çıktıktan sonra tekneye binerek, sadece beş dakikada ulaştığımız Djurgarden’dayız. Buraya yürüyerek ya da bisikletle ulaşmak mümkün. Biz çok heves etmemize rağmen, bir türlü bisikletle gezemedik buralarda ama dileyenler için burada bisiklet üstünde gezmek mümkün. Çok hoş olacağına da şüphe yok! O kadar acıktık ki, ilk iş adaya ayak basar basmaz girişte gördüğümüz fast food satan dükkana atıyoruz kendimizi. Aldığımız burgerler açlığımızı giderse de, tadı çok fena. Neyse, en azından karnımız tok.
Hedefimiz, Vasa Müzesi.
     Djurdarden’da tabelaları izleyerek, gideceğiniz yere varmak çok kolay. Yemek seçeneği aslında çok fazla, ilk gördüğümüz yere oturarak büyük hata yapmışız. Vasa Müzesi’ne girmek için hemen bilet kuyruğuna giriyoruz. İçerisi loş ve geminin bulunduğu kocaman müze kısmına girmek için, birbiri ardına açarak girdiğimiz kapılardan ilerliyoruz. Muhtemelen gemiyi gün ışığından korumak için alınmış önlemler bunlar. Yapılış amacı savaşmak için denize açılmak olup, denize indirildiği andan itibaren sadece yüz metre ilerleyip, karşılaştığı ilk rüzgârla denizin dibine batan ve hiç savaşamayan bir savaş gemisini görmek için buradayız. Bulunduğum yerden çok büyük gözüküyor ama büyük olasılıkla benzerlerinden daha büyük falan değil hatta küçük bile olabilir. Üzerinde bulunan oymalı kakmalı heykellerle pek bir güzel. İçerisi çok kalabalık. Fotoğraf çekmek için tripodumu çıkarıp, fotoğraf çekmeye başlıyoruz.
     Her şey bir yana, Vasa Müzesi benim için çok ayrı bir sebepten gidilmeyi de hak ediyor. Buraya gelmeden önce, Vasa Müzesinin resmi internet sayfasına girip, biraz bilgi toplayayım dedim ve gördüğüm manzara karşısında ağzım bir karış açık kaldı. Sitenin web sayfasında, müzenin tanıtım yazısı ve bilgi kısmı, diğer birçok dilin yanında aynı zamanda Türkçe’ye de çevrilmişti. Aramızda böyle başka bir olaya denk gelenimiz varsa parmak kaldırsın lütfen. Şimdi ben bunu söyledikten sonra müzeyle ilgili bir şeyler anlatmalı mıyım? Evet, susamam çünkü!

 

 

 

     İnternet sitesinde yazdığı gibi, Vasa dünyada ayakta duran tek 17.yy gemisidir. Geminin bugünkü durumunun % 95’i orjinal haliyle sergilenmektedir. Geminin üzerinde yüzlerce oyma heykel bulunmaktadır. Yapımı 2 yıl süren gemi, İsveç Kralı Gustav II. Adolf’un emriyle yapılmıştır. Yapıldığı dönemde, İsveç diğer Avrupa ülkelerine oranla daha güçlü bir devletti. Vasa’dan beklenen de, bu gücü ifade eden bir savaş gemisi olarak denizlerde korku salarak, yelkenlerini şişire şişire dolaşmasıydı. Bu heybetli geminin, yan tarafındaki lombarlarından çıkan toplardan selamlama atışı yapılıyordu; ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve Vasa daha suya çıkar çıkmaz şiddetli bir fırtınanın içine doğru ilerledi. Yana yatan geminin içine topların çıktığı bu lombarlardan su dolmaya başladı ve gemi ağır ağır içindeki mürettebatı da yanına alarak sulara gömüldü. 1626 yılının Ağustosu’nda dibe batan Vasa’nın tekrar günışığına çıkması 333 yıl sonraki takvim yapraklarına denk düştü. Vasa gemisi ile birlikte 700 heykel de dahil olmak üzere 14.000 parça tahta cisim de kurtarılmıştır.
     Şimdi aklımıza şöyle bir sorunun gelmesi doğaldır. 333 sene suyun altında kalan bir geminin zarar görmeden su yüzüne çıkması nasıl olmuştur? Araştırmacı gazeteci olan benim, yazılanlardan anladığım kadarıyla, tahtayı yiyip bitiren bakteri cinsi Norveç’in acı deniz suyunda tutunamıyor, bu baktericikler de kendilerine karınlarını doyuracak başka denizler ve başka batıklar arıyorlarmış. Bu bilgi doğrultusunda, Norveç sularında muhtemel başka batıkların da olabileceği ihtimaller arasında.
Bu müze, şimdiye kadar gördüğüm müzelerden çok farklı ve içeride sıkılmadan dolaştıktan sonra keyifle ayrılıyoruz buradan.
     Vasa Müzesi’nden çıkar çıkmaz, çok uzak olmayan bir köşede çocukların keyifle zaman geçirmeleri için yapılmış, Junibacken adında oyun parkı niteliğinde bir yer var. Hikaye kitaplarından tanıdığımız kahramanlar bu parkta yaşıyorlar. Astrid Lindgren’in yarattığı kahramanların hepsi burada. Benim gibi masal dünyasında yaşamayı zaten çok seven biri için burası kaçırılmaz bir yer; lakin buraya asıl ait olan insanı-oğlumu- getirmediğim için nereden geldiği belli olmayan bir suçluluk duygusu kaplıyor içimi.
           –Girmeyelim buraya, bir daha ki sefer, Kuzey’le beraber keyfini süreriz buranın, diyorum.
Junibacken Hikaye Kitabı Müzesi’nin yamacından sessizce uzaklaşıp, bugüne kadar gelmiş geçmiş İsveç mimarisinden yapıları, o günün koşullarına göre giyinmiş, İsveç halkını bizlere gösteren çalışanlarla dolu Skansen’e gidiyoruz. Skansen’de aslına bakarsanız, amaçsızca gezip, evlerin içine girip çıkıyoruz. Hayvanat bahçelerinden pek hazetmesem de, kendimizi hayvanat bahçesinin içinde buluyoruz. Kuzey ülkelerine özgü hayvanlar var burada. Doğalarından koparılmış, küçük alanlara tıkılmış hayvanları izlemek hiçbir zaman anlamlı gelmemiştir bana. Gerçi burası, içlerine yapılmış küçük şelalelerle, havuzlarla çok kötü gelmiyor gözüme. Etrafı çevreleyen pis kokular da yok. Ayı Kardeş’leri bir müddet izledikten sonra, eşimin anlattığı hikayeyi dinliyorum bir müddet.
Olay, devamlı işi sebebiyle gittiği Kosova’da yaşanıyor. Çok yakın, ebat olarak bir hayli iri olan arkadaşlarından birinin, hapsedilen bir ayı için verdiği savaşı anlatıyor. Cüssesine bakıpta, bu kadar yumuşak bir kalbi bedeninde barındırdığına inanamadığım bir arkadaşı, adamın birinin Kosova’da yakaladığı ve ne yazık ki yol kenarında evinin önünde, küçücük bir alana hapsettiği ayı yüzünden, devamlı kavga ediyor. Adam hayvanı salıvermeyi bir türlü kabul etmiyor, bizimkinin kalbide ayıyı öyle görmeyi bir türlü kabul edemiyor. Adama ayıyı salıvermesi karşılığında teklif ettiği 500 Euro, giderek  2000 Euro’ya kadar çıksa da, ne yazık ki ayıyı küçük bir alana tıkan adam, ‘’Benim ayım, ne istersem onu yaparım’’ noktasından öteye geçemiyor. Ayı, hâlâ tutsak, bizim arkadaşın yüreği hâlâ acılı.

 

 

 

 

Artık, Stockholm’ün merkezine gitmenin vakti geldi ama daha önce karar verdiğim gibi, Flickorna Helin Voltaire Kafe’de bir şeyler içeceğim. Burası, internetten bakarken şans eseri denk geldiğim bir kafe. Dışardan bakıldığında, ana binanın yanında bulunan kulesinde prensesin hapsedildiği küçük şatoya benziyor. Bahçesinde küçük yuvarlak masalar ve eski ferforje sandalyeler. Ben içeride oturmak istiyorum. İçerisi, bir kış gecesi romantik bir akşam yemeği için muhteşem gözükse de, bu havada oturmak için fazla küçük ve havasız. Kasanın önünde uzun bir kuyruk var; kasada duran kız, hem siparişleri alıyor, hem aldığı sipariş ne olursa olsun onu hazılıyor, hem deparayı alıyor. Bir müşteri ile ilgilenmesi en az beş dakika alıyor ve benim önümde en az on kişi var. Herkes sabırla bekliyor, ben de tabii. Uzun bir müddet sonra,-illa bir şey içeceğim ya- içeceklerimize kavuşup, dışarda bir yerde oturuyoruz. Burada oturmuş olmaktan mutlu, fakat içeceğimin tadından mutsuzum.
Mutsuzluğumu belli etmemeye çalışıyorum ama böyle olmamalıydı. Burası, benim masal kafemdi.
Az bulutlu mutluluğumu yanıma alarak, yürüyerek Djurgarden macerasını arkamızda bırakıyoruz.
Stockholm’de benim yaşadıklarım bunlar. Bir daha yolum buraya düşer mi bilinmez ama gitmekten keyif aldığım, uzun gündüzlerine ve sıcak günlerine denk geldiğimiz, keyifli üç gün geçirdik burada. Yarın, otelimize çok yakın olan, pazar yeri Saluhall’e bakınıp, sırt çantalarımızla uzaklaşacağız bu şehirden. Oslo’ya gidiyoruz. Norveç’in başkentine.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir