BERGEN
Norveç’in 2. Büyük şehri Bergen’deyiz. Bu şehir aynı zamanda Unesco Dünya Mirası Listesinde yer almakta. Akşam saat 21.30 gibi trenden iniyoruz ve şehre ayak basmış oluyoruz.
İstasyondan çıkar çıkmaz seviyorum şehri. Kendi kendini sevdiren cinsten bir şehir burası, sizin onu sevmek için fazladan bir çaba göstermenize gerek yok. Şu ana kadar gezdiğim yerlerde görmediğimiz yapılar karşımıza çıkıyor. Büyük şehir havası yok burada. Çantalar sırtımızda, oteli bulduk mu tamam! Çok zorlanmıyoruz. Merkezde, küçük bir otel. Günün yorgunluğu ve midemin geçirdiği sarsıntılar göz önüne alındığında durumum ortada. Yemek yemem lazım benim. Ayrıca somon falan yiyemem ben, somon bastırmaz benim midemi. Makarna yiyeceğim ben, hem de yoğurtlu makarna.
-Bakma bana öyle, diyorum. Ben anlatırım derdimi.
Otele giderken gördüğümüz İtalyan bayrağının renkleriyle bezenmiş İtalyan restaurantına gidiyoruz. Mısırlı garson geliyor yanımıza hemen, istediklerimizi anlatıyoruz.
-Tamam ama kasaya kadar gelip orada patrona vermeniz gerekiyor siparişinizi diyor.
Patron, İtalyan. Bu durumda birbirimizi sevmeme şansımız yok değil mi?
Açlıktan mı bilmem ama hayatımın en güzel ve en pahalı makarnasını yiyorum burada. Daha önce bir makarnaya 75 lira vermişliğim hiç yok, inanın. Helali hoş olsun ama verdiğim para:) Burada sadece bir gece kalıp, ertesi gün akşam saatlerinde Kopenhag’a gideceğiz. Plan böyle !
250.000 nüfuslu bir şehir, küçük. Akşam biraz serin. Merkeze inip yürüyoruz. Bugünlük bu kadar yeter çünkü artık pilim bitti.
Ertesi sabah güzel bir Bergen sabahına uyanıyorum. Şehri gezmek için yeterince vaktimiz var. Otelden çıkar çıkmaz hemen bulunduğumuz yerden yürüyerek yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan sokakları geride bırakarak eskiden balıkçı evlerinin olduğu dar ve karışık ara sokaklarda yürüyerek hem seyredip hem fotoğraf çekiyorum. Denizin kenarında keyifli keyifli şehre selam çakıyoruz. Küçük, renkli evler her tarafta. Otelimizde sabah kahvaltısı yok, kahvaltı etmedik ama acele etmiyoruz. Gezinirken kahvaltı edebilecek hem keyifli hem de uygun fiyatlı bir yer arıyoruz. Balık pazarının önünde duraklıyorum. Burası çok güzel. Şimdiden balıklar hazırlanmış bile. Sebzeler doğranmış ve pişirilmeye başlanmış. Tabii, sebzelerin hazır olması gerekiyor. Servis ederken yanına bir de seçtiğiniz balığı koyuyorlar; işte sana ziyafet. Tezgahta balıklarını satmaya çalışan kızla sohbet edip, kahvenin yanına somonun iyi gitmeyeceğine karar verip, gülüşüyoruz. Kesinlikle buraya dönüp, balık yiyeceğim. Kaçarı yok.
Pazarın karşısında küçük bir fırına denk geliyoruz. Aldığımız bir sandviç ekmeğine peynirli bir sandviç yaptırıp, diğer ekmeğe ise tereyağı ile bal kombinasyonunu uygun görüyorum. Bal ve tereyağı; otelden kaçırdığım ganimet. Bu vesile ile gerektiği zaman ekonomik bir kadın olabildiğimi de ispatlamış oldum ben:) Ekmeklerin yanına iki tane de çay! Daha ne olsun diyerek yumuluyoruz fakir kahvaltımıza. Kahvaltı işini hallettikten sonra, Floien tepesine çıkan finiküler önündeki sırayı bizzat tespit ediyoruz. Tepeye çıkıp, panoromik bir bakışın peşine düşmeyeceğiz. Bunun yerine yolumuza devam edip Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan yapıları seyretmeye gidiyoruz. Bergen ile ilgili adres vermeye gerek yok. Şehir çok küçük. Otelden alınan bir şehir haritası fazlasıyla işinizi görecektir. Görülecek yerler belli. Burası keyfin merkezi ve kaybolmak ne yazık ki imkansız.
Şimdi İskandinavya’dayız işte.
Dik çatılı, farklı renklere boyanmış evleri ile burada hep bahsedilen, deniz kokulu İskandinav tadıyla karşılaşıyorum.
Ya Özlemcim çok teşekkür ederim tüm güzel sözlerin için:) zaten hayaller sayesinde tüm sınırlar kalkıyor ve sonsuz bir yolculuğa çıkabiliyoruz öyle değil mi:)
Zerencim,
Sen bulunduğun her yeri güzelleştirirsin, başla o zaman hayale:))) Biz de gelir, elcağızından mis gibi balıklar yeriz:)
Özlemcim öyle güzel anlatmışsın ki, nefesim kesildi okurken:) Kışın o deli rüzgarlarda kalın atkımı boynuma 5 kere dolamış, ellerimi çay fincanlarımla ısıtmaya çalışır, defterlerim, kitaplar, balıklar, müşteriler… Ben bu hayatı şimdiden çok sevdim ama 🙂
Zerencim,
O mavi boyalı ev senin olsa, Balık Pazarına gitmek için karşı tarafa geçmen gerekecek. Evden çıkıp, kıvrıla kıvrıla ilerleyen arnavut kaldırımlı sokaklarda ilerleyeceksin.Balık pazarına geldiğinde muhtemelen önce üstüne önlüğünü geçirip, karideslerin arkasına geçeceksin. Izgaranın başında sebzeleri pişirip öğlen pişecek balıkların yanında servise hazırlamaya çalışan Norveçli kıza hiç üşenmeden, sevgiyle yardım edeceksin. Artık biliyorum sen bir sonbahar güzelisin ama sorarım sana Zeren, kışın denizden karla beraber gelen rüzgara ne diyeceksin?
Seni o deniz kenarında, balıkların arkasındaki tezgahta bir kenara oturmuş; bir elinde sıcak çay fincanı, bir elinde aklına gelenleri defterine düşerken hayal edebiliyorum.
Sevgiler Zerencim
Şu üçüncü fotodaki mavi ev benim olsa Özlem, ya da şu karides satan kadınlardan biri ben olsam, her gün kıvrıla kıvrıla ilerleyen o sokaktan yürüyüp işime gitsem…
Özlemcim,
Haklısın evler çok güzeldi:) Gel gör ki ben sığamam o evlere:) YOl boyunca gördüğüm evlerin tümü öyle küçüktü. Gerçekten ihtiyaçları kadar alıp, öyle yaşıyorlar. Yeşilliklerin içinde sakin, huzur dolu bir hayat:) Trafiksiz!
Sevgiler
Nur ablacım,
Nedense böyle sorunlar oluyor:(
Nazik yorumlarınızdan sizi tanımamak mümkün mü?
Siz de pek buralarda değilsiniz bu aralar.
Sevgiler yolluyorum size
Ben o evlerin güzelliğine bayıldım şahane :))
Çok güzel bir geziye sanal da olsa eşlik etmek güzeldi. Fotoğraflar harika Özlem'cim, gezi de öyle:))
NUR
Bazı bloglarda yorum hanesine google hesabımdan giremiyorum, çoktandır bu yüzden yorum yapamıyorum. Yukarıdaki adsız profili için özür dilerim.
insanın canı balık çekince boğaza gitmemeliymiş her zaman. bugün bunu öğrenmiş olduk 🙂 ayrıca evler çok güzel inşa edilmiş. hayran kaldım..
Ben size yaparım karides, siz isteyin yeter ki:)
Canım istedi; hem Bergen'de gezmeyi, hem de yediğin o karidesleri:))