Andersen’in bezelye çorbası, yeldeğirmeni, yol hali…

San Diego’nun merkezindeyiz. Sokaklar birbiri ardına sıralanmış restaurantlar, kafeler, dondurmacılarla dolu. Mağazalar hemen elinizin altında. Kalabalık sokaklarda yürüyoruz. İşin aslı kenti keyif yapan insanlar doldurmuş vaziyette. Yemek yiyip, içkilerini yudumlayan insanların sohbetleri sokak aralarına çoktan yayılmış.

Kalabalığı arkamızda bırakmaya çalışarak yönümüzü deniz kokusuna çeviriyoruz. Fuar merkezine geldiğimizde yukarı doğru acımasızca yükselen merdivenleri tırmanmaya başlıyoruz. Sıkı bir kondisyon gerekiyor; ama yukarı çıktığımızda denizin üzerinde sıralanmış teknelerle dolu marinaya bakıp, kısa şehir turunu içimize sindirmeye çalışıyoruz.

Vakit öğleni çoktan geçmiş bile…Bir kısmımız oturup birer içki yudumlarken, bazılarımız aradıkları mağazaların peşine düşüyor. Tişört peşinde koşanlar mutsuz bir suratla dönerlerken, içini ferahlatan diğer grubun kahkahaları aracın içini çınlatıyor.

Los Angeles’a dönüş yolundayız. Santa Nella yakınlarında sevimli bir yerde duruyoruz. Burada durmamız kaderin bir cilvesi olsa gerek. kocaman bir yel değirmeni çarpıyor önce gözüme, sonra bezelye çorbası ile ünlü Andersen’in dükkanı. Yel değirmenine doğru koşmaya başlıyorum, bize karşı duran düşmanları yere dövüşerek yere sereceğim. Korkmuyorum. Daha yel değirmenine varmadan kocaman bir tabela ilişiyor gözüme. Çorba yapan aşçı ile yamağı! Kafalarının boş bakan deliklerine kendi kafalarımızı yerleştiriyoruz hemen. Koca kişisi baş aşçı oluyor, ben de yamağı…
Sonra o güzel dükkanın insana çeşit çeşit eğlencelikler sunan dünyasına giriyorum. Aslında pek de sevilmeyen ihtiyaç molasının bize kazandırdıkları desem daha doğru olur. Eh artık buranın da fotoğrafları konmaz diyecekler çıkacaktır elbet ama inanın görülmeye değer!

 

Şeflerimiz!
Arkadaşlar, anılar…

 

 

 

Bizi tuvalete buyur eden Angel Hanım!

Dükkanın içinde hediyelikler barındıran düzenle yerleştirilmiş kalabalığının arasında gezinirken bakalım Amerikan bademi nasılmış diyerek badem, mandalina alıyoruz. Badem aynı badem, mandalinalar lezzetli mi lezzetli, sulu mu sulu…

 

…ve koca kişisi yüzünde kocaman bir gülümseme ve elinde bir şişe şarapla yanıma geliyor. Belli ki özel bir şey yakalamış. Böyle durumlarda benim göremediğim bir şeyi bulup getirmesinden nefret ediyorum. Oysa bu keşfi benim yapmam gerekirdi. Türkçe’ye ”Zafer Yolu” diye çevrilen 1930’lu yıllarda geçen Seabiscuit adındaki bir atın Amerika’da rüzgar gibi estiği yıllarda geçen filmden bahsediyorum. Büyük Buhran zamanında o yılların Yeni Dünya’sında geçen filmin başrollerini Tobey Maguire ve Jeff Bridges paylaşıyordu.
Severdim Seabiscuit’i ve şimdi karşıma çıkmıştı.

Şarabı hemen aldık tabii ki! Kaçırılmaz bir fırsattı.Her molanın mutlaka sonu vardı elbet! Yollar bizimdi ve Amerika otobanlarının anlaşılan haklı bir şöhreti vardı. Şunu da belirtmeliyim ki yolculuğumuz sona erdiğinde geride bıraktığımız upuzun 4000 kilometremiz vardı. Gece sallanarak giden 15 kişilik aracımızla şehre dönerken sessizlik içinde yolculuk ediyoruz. Gözler uykusuzluktan kapanmış, kalan kısa zamandan istifade etmeye çalışıyoruz; içine çoktan girdiğimiz ertesi günden 4 saatlik uyku çalıp San Francisco’ ya doğru yola çıkacağız. Şimdilik Los Angeles kısacık bir mola için konakladığımız görünmez bir şehir bizim için!

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Andersen’in bezelye çorbası, yeldeğirmeni, yol hali…” yazısında bir düşünce

  1. Ipek diyor ki:

    Anderson'in BEzelye Corbasi tabelasini goruyorum hep. Taaaa Bakersfield girisinden basliyorlar reklam yapmaya. Hep merak etmisimdir. Guzel miydi? Simdi daha da cok merak ettim..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir