İskoçya Notları: Edinburgh Kalesi’ne gidelim mi?

Aslına bakacak olursak kale gezmekten pek haz etmeyenlerdenim. O kadar çok kale gezdim ki, artık hepsi bana aynı geliyor. Kalelerden ziyade, kalelerin içine kurulan şehirleri gezmekten hoşlanıyorum. Yüksek taş duvarlar boyunca dar sokak aralarını gezmek, bu sokakların kuytusuna yerleşmiş kafelerde soluklanmak, büyük alışveriş merkezlerinin yerleşemediği parke taşlı sokakların üstündeki küçük dükkanları varlığımla sevindirmekten keyif alıyorum.

Hırvatistan kıyıları boyunca yaptığımız bir yolculuk sırasında bu keyfimi yeterince tatmin etmiş, elimi soğuk duvarlara dokundurarak yolculuk yaptığımız tüm kale şehirlerine izimi bırakmıştım. İnsanoğlunun böyle bir derdi var herhalde; kendinden bir parçayı bir yerlere bıraktığını düşünüp, sırtına boy boy anı yüklenip geri gelmek…

Edinburg Gezi Notları Edinburg Kalesi gezisi ile başlıyor.

Edinburgh Kalesi de bahsettiğim gibi sevmediğim benzerlerinden biri olacaktı elbet. Toza toprağa karışmış başka bir çağa ait büyük taş bloklar boyunca yürüyecek, tepeden manzaraya bakacak, fotoğraf makinamızın minik hafıza kartının içine yüzlerce fotoğraf sığdıracak, eve dönerken de kaleye girişimizin belgesini anı niyetine saklamak üzere eve getirecektik.

Edinburgh, havası açısından kale gezmek için uygun bir şehir. Güneş insanın kafasını patlatacakmış gibi parlamıyor, aniden güneşin önüne yerleşen bulutlar insanı serinletiyor, üstüne hafiften yağan yağmur da ortama romantik bir hava katıyor. Kale dediğin de böyle gezilir zaten!

Biz de otelimizden çıkıp şöyle yaptık:

Royal Mile üzerinde ara bir sokakta, asgari bir kahvaltının ardından kırmızı kapılı St.Columba Kilisesi’ni geçtik ve kaleye ulaşacağımız sokaktan ilerlemeye başladık.

Edinburgh övgüyü hak eden güzel bir şehir. Eskiye ait üstünde ne kadar çizgi varsa, asaletle taşıyor. Güçlü ve mağrur duran taş binalar, parke döşeli sokaklar, kaldırımlar, geleneksel İskoç kıyafetlerini satan dükkanlar, yollardan geçen klasik arabalar; tarihi bir film için kurgulanmış bir platodan öte, yaşayan bir şehrin kalp atışları duyuluyor şehirde. Bu kenti beğenmemek, bu doğal duruşun içinde ruhuna dinlenecek bir yer bulamamak mümkün değil.

St. Columba Kilise’sinden aşağı inen yol…
Bu kırmızı kapının çekim alanına kapılmamak mümkün mü?

 

Edinburgh Gezisi birçok gezgin için viski tadım deneyimi anlamına geliyor.

Etrafa bakarak kalenin önüne kadar ulaştık. Herkesin İskoçya’ya gidince mutlaka yapın, yapmadan dönmeyin dediği, Viski Deneyimi’nin (The Scotch Whisky Experience) önünden yüzüne bile bakmadan geçtik. Bir şişe biranın ya da bir kadeh şarabın ötesine geçemeyen bir karı kocayız. Yoksa bir bara oturup, barmene ‘’Barmen! Bana bir viski!’’ demeyi biz de herkes kadar isteriz. Hal böyle olunca milletin girmek için yarıştığı, Edinburgh’da Yapılacak Listesi’nde ön sıralarda yer alan bu maddeyi es geçmiş olduk. İyi de oldu! Böylece kaleyi gördüğümü hatırlıyorum.

Kaleye çıkan yol üstündeyiz; hani şu ”tatlı” diye tanımlanan bir yokuş burası.

Biletlerimizi önceden almıştık; bilet kuyruğuyla falan uğraşmadık. Gidecek olan herkese de biletlerini önceden almasını tavsiye ederim. Hatırladığım kadarıyla biletler için bir tarih ya da zaman belirlemeye gerek yoktu. Bu da kafasına göre takılan gezgin tipine uyan bir durum. Diğer yandan kaleye girmek için alınan biletler cep yakıyor.

Kale, 12.yy’da sönmüş bir volkanik kayanın üstünde kurulmuş. Günümüze gelene kadar birçok kez kuşatmalara maruz kalmış, kalenin birçok bölümü özellikle Lang Kuşatması sırasında zarar görmüş, yıkılmış. Kalede bugüne kadar zarar görmeden gelen tek yapı: Saint Margaret Şapeli. Bu şapel hem kalede hem de Edinburgh’da 12.yy’dan kalan tek yapı özelliğini taşıyor.

Tepedeki bir yamaca kurulmuş kale aşağıdan bakıldığında şehre hoş bir siluet katıyor.

Kalenin önüne gelince karşınıza önce bir avlu çıkıyor. Biz Edinburgh festivalinden birkaç hafta önce Edinburgh’da
bulunduk. Açıkçası bunun özellikle böyle olmasını tercih ettik. Festivallerin olduğu zamanlarda bir şehri tanımanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Kentte adım atacak yer kalmıyor, sokaklar insan kalabalığından gezilmiyor, oteller fiyat açısından tavan yapmış oluyor. Üstüne üstlük kafe ve restoranların hiçbirinde yer bulmak mümkün olmuyor. Yer bulduğunda da kötü yemeğe razı olmak durumunda kalıyorsun.

“Esplanade” denilen bu avlu festival sırasında burada gösteri yapacak “Edinburgh Military Tattoo” için hazırlanıyordu. Meydana tıpkı bir stadyum gibi sandalyeler yerleştirilmişti. Esplanade Avlusu’nu geçip ilk kapıya doğru ilerledik. Bu kapının önünde herkes teker teker fotoğraf çektiriyordu. 

Kalenin önündeki Esplanade Avlusu ve Military Tattoo Gösterisi… Görsel: Şuradan

Edinburgh Kalesi gerçekten büyük bir kale.

İlerlediğimiz kapıya Gate House deniliyordu. Bu kapı üstteki resimde görülen kapı. Kapının iki tarafında bronzdan yapılma heykeller vardı. İki heykelde hepimizin filmlerden tanıdığı iki kahramana aitti. Sanırım Braveheart’ıseyreden herkes için Mel Gibson’un canlandırdığı William Wallace gerçek bir kahramandır. Kapının diğer tarafında ise İskoçya’nın bağımsızlığını ilan eden kral olarak tanıdığımız kral, Robert The Bruce heykeli vardı. İki kahramanı da arkamızda bırakarak kendi kahramanlık hikayemizi yazmak üzere ikinci kapıya doğru parke taşlı yol boyunca yürüdük.

Gate House’dan içeri girerken kapının sağındaki bronz heykel William Wallace’a ait.
Kapının sol tarafında başında tacıyla duran bronz heykelse İngiltere Kralı, Robert The Bruce.
Gate House’un önündeki meşalelerden biri.

Braveheart filmini seyretmeyen var mı?

İlk kapı savunmadan çok, estetik açılardan düşünülüp sonradan kaleye eklenmiş olan bir kapıydı. Önüne geldiğimiz Porcullis Gate ise savunma amaçlı yapılmış, görüntüsü ile de bunu insana hissettiren bir girişti.

Edinburgh Gezi sinin en güzel yanı bize huzuru da hediye etmesi. 

Bizim Edinburgh’da bulunduğumuz zaman şehrin en güzel zamanlarından biriydi. Hafif serin bir havada seyahat etmenin keyfini yaşadık ama şehrin tüm turistik yükünü üstünde taşıyan Edinburgh Kalesi gibi yapılar çok kalabalıktı. Öyle ki kalenin giriş kapısını önünden yığılı insan kalabalığı olmadan fotoğraflamak mümkün değildi.

Bu kapıdan da geçtikten sonra resmen kalenin içine girmiş bulunduk. Yan yana sıralanmış topların bulunduğu yamaca geldik: Argyle Battery.

Bu yamaçtan görünen Edinburgh manzarasını seyrettik. Seyretmeye değer bir manzaraydı. Topların bittiği yerin az ilerisinde bir kordonla kapatılmış başka bir top gözüküyordu: Mons Meg. 1449 yılında yapılmış olan bu dev top, insan başından daha büyük taşları fırlatmak için savaşlarda kullanılıyormuş. Yapıldığı yıl düşünülecek olursa, topun menzilinin 2 mil olması gerçekten şaşırtıcı. 1861 yılında ilk atıldığı günden beri devam eden bir geleneği var bu savaş topunun: Pazar günleri hariç her gün saat öğlen 13.00’de Edinburgh’lulara selam vermek.

 

 

 

 

 

 Biz de saat 13.00 olduğunda Saint Margaret Şapeli’ne sırtımıza vererek bu gösteriyi izledik.

 

 

Topların olduğu bölgeden geçerken, ilerde gözüken kafeyi gözüme kestirmiştim. Kahve keyfim için burada bir mola vermek tabii ki kaçınılmazdı.  Kahve de tatlı da yemekler de çok güzeldi.

Irn Bru ve Patates Kızartması

Kalenin içinde gezilecek çok yer vardı. Karnımızın hafiften doyurup biraz dinlendikten sonra kalenin arka tarafına yürüdük. Burada da başka manzaralar vardı. Bir etrafta gezinirken hafiften bir yağmur başladı. Rüzgâr hafifçe sesini kalenin içinde yükseltmeye başladı.

Bir sonraki durağımız İskoç askerlerinin günümüze değin giydikleri kıyafetlerin, kullandıkları savaş aletlerinin ve madalyalarının sergilendiği yer oldu. Benim çok ilgimi çekmese de bizimkilerin dikkatle inceledikleri bir salon oldu burası.

Edinburgh Gezi Notları- Edinburgh Kalesi
Edinburgh Gezi Notları- Edinburgh Kalesi

 

 

Edinburgh Gezi Notları- Edinburgh Kalesi Savaş Müzesi
Edinburgh Gezi Notları- Edinburgh Kalesi Savaş Müzesi

 

Kaleyi gez gez bitmiyordu. Etrafa yayılmış insanlar bir o tarafa bir bu tarafa giderek kalenin altını üstüne getiriyordu. Açıkcası dikkatim artık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Biraz ileride uzanıp giden merkezde bir yerde oturup keyif yapmak, defterime birkaç satır karalamak ve Edinburgh havasını içime çekmek istiyordum. Muhtemelen kaleye bir daha çıkma ve gezinme şansım olmayacaktı. Önüme sunulmuş şanslardan birini de çayın yanına tatlı niyetine yiyip bitiriyordum. O yüzden aklımı başıma topladım ve gezmeye devam ettim.

Aklımda Kraliyet Mücevherleri’nin (Crown Jewels) sergilendiği salona gitmek vardı. İçerisi çok kalabalıktı, çok loştu ve fotoğraf çekmek yasaktı. Taştan bir binanın içine giriyor, kuleye doğru yükselen merdivenlerden yukarı çıkıyor ve bildiğiniz kocaman bir çelik kapının içinden Kraliyet Mücevherleri’nin sergilendiği odaya giriyordunuz. Büyük bir camekanın etrafında sergilenen taçlar parıl parıl parlıyordu.

Mücevherlerin dışında camekanın içindeki en kıymetli nesne kocaman bir taştı: Stone of Destiny. (Kader Taşı)


İskoç krallarının taç giyme törenlerinde kullanılan bu taş, uzun yıllar İskoçya ve İngiltere arasında gerginliğe sebep olmuş. Taş, 1926 yılında I. Edward tarafından savaş ganimeti olarak alınmış ve ancak 1996 yılında İngiliz hükümeti taşın taç giyme törenleri dışında İskoçya’da kalmasına izin vermiş.

Bu taşın hikâyesiyle ilk kez Alexander McCall Smith’in İskoçya Sokağı kitabında karşılaşmıştım. Eğlenceli bir dille taşın kalabalık bir devlet töreniyle Edinburgh’un ana caddesinde bir yastığın üstünde taşınmasını anlatıyordu. Bu gezinin üstüne taş,  Edinburgh Kalesi’ne götürülmüş ve burada bir jeolog tarafından incelenmiş.

Daha sonra Great Hall’u gezdik. İskoç milli kıyafeti giyinmiş bir görevlinin anlattığı şeylerin hiçbirini anlamayarak bir rekora imza attım.

Edinburgh Kalesi
Edinburgh Kalesi

 

Edinburgh Kalesi
Edinburgh Kalesi
Üşüyünce annesinin yağmurluğunu giyen Kuzey! Ama nerdeyse benim kadar olmuş değil mi?
Üşüyünce annesinin yağmurluğunu giyen Kuzey! Ama nerdeyse benim kadar olmuş değil mi?
Edinburgh Kalesi içindeki hapishane
Edinburgh Kalesi içindeki hapishane

Kale de gezilecek çok yer aldı. Daha sonra kalede görevli askerlerin bir suç işledikleri zaman atıldıkları hapishaneye gittik. Hücrelerin içinde canlandırmalar yapılmıştı.

Kalede birkaç yeri daha gezdikten sonra başka maceralara doğru yola çıktık.

Edinburgh Gezisini yapmadan önce hazırlıklarımızı merak edenler BURAYI

Şehrin içinde dolaştığımız yerleri duymak isteyenler BURAYI

Edinburgh’da gezdiğiniz yerler sizin olsun, ben ne yiyip içtiniz onu merak ediyorum diyenler BURAYI tıklasın lütfen.

Sadık Köpeğin hikayesini merak edenler BU SAYFAYA lütfen.

Edinbugh gezi rehberi de BURADA.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

İskoçya Notları: Edinburgh Kalesi’ne gidelim mi?” yazısında 7 düşünce

  1. Aylin Kurhan diyor ki:

    Sevgili Özlem,
    Ben Edinburgu görmedim ve görmeyi çok istediğim bir yer. Özellikle Aleksndra Mc. Smit romanlarından sonra. Ben Türkiyede yayımlanan bütün romanlarını okudum. Özellikle İskoçya sokağı 44 numara ile başlayan 7 veya 8 ciltlik seri romanı çok güzel. Edinburg’ta geçiyor. Her biri 500 ‘er sayfa olan romanların sayısı okumadıysan gözünü korkutmasın. O kadar güzeller ki 500 sayfayı 3 günde bitiriyor yenisine geçiyordum. İlk olarak İngiltere’de bir gazetede tefrika olarak yayımlamış kitabı. O kadar beğenilmiş ki hep devam etsin istenildiğinden devam romanlarını yazmış. İş bankası yayınlarından çıktı. Ben de devamı gelse diye ölüyorum. Sevgiyle kal..Aylin..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir