Oxford Gezisi

Benim gibi birilerinin kafasından da Oxford’da okumuş olma hayali geçmiş midir?

Hiçbir zaman Oxford’da okuyacak kadar çalışkan bir öğrenci olmadım. Kaldı ki Oxford’da gidebilme hakkını kazanacak kadar başarılı olsaydım da gidip o yaban ellerde yaşama ve okuma şansım olamazdı ne yazık ki.

Şimdilik bu gençlik hayalimi bir köşeye bırakayım. Bu aralar geçmişe dönük hayallerim çok sık geliyor aklıma. Ben de onları hemencecik ait oldukları yere, beynimin arka raflarından birine sıkıştırıveriyorum. Zaman zaman böyle ağlanıp sızlansam da yine de şimdi sahip olduklarım için binlerce kez şükrediyorum. Okuma şansım olmadıysa da gezip görme şansım oldu bu küçücük kenti.

Kafeler, restoranlar, kitapçılar… Oxford kışın da böyle canlı mı acaba?

Belli ki Oxford’dan bahsedeceğim değil mi?

O zaman kısacık bir bilgi ile başlamak istiyorum. Gitmeden önce Oxford’un bir şehir mi yoksa bir kasaba mı olduğunu merak ediyordum. İnternette yazan bir sürü bilgi içinden bu konuyla ilgili Wikipedia’nın bilgilerine sığınmanın en doğrusu olacağına karar verdim. Oxford, mini minnacık bir şehir. Öyle ki İngiltere’nin büyükten küçüğe göre sıralanan şehir sıralamasında 52.sırada. (Bu rakam bile Oxford’un ne kadar küçük bir yer olduğunu kafanızda netleştiriyor, değil mi? )

Londra’ya gidenler için işin en iyi kısmı Oxford’un Londra’dan 92 km. uzaklıkta olması. Kısacık bir tren yolculuğuna bakar yani Oxford’u görmek.

Oxford’un her sokak arasında küçük bir hikâye yatıyor.

Biz Oxford’a tam tersi istikametten vardık. Önce Edinburg’da harika birkaç gün geçirdik. Sonra bir trene atlayıp oradan Liverpool’a gittik. Beatles’ın şehri biliyorsunuz. Buraya kadar gelmişken Liverpool’u görmeden olmazdı. Bir de ailece yapılan ve bir yerden bir yere yol alan seyahatleri seviyorum. Hele ki tren seyahatleriyse. (Uzun uzun tren seyahatlerini ne kadar sevdiğimle ilgili yazmak istesem de şimdilik susuyorum.) Liverpool’u kendimize birkaç gün konaklayacağımız merkez üs ilan edip, bir sonraki gün sabah trenle Manchester’a gidip akşamına  yine Liverpool’a dönüyoruz.

Liverpool’a ayrılan süreyi doldurunca tatilin diğer kısmına geçmek için tekrar yola düşüyoruz: Londra. Çok önceden yaptığımız bir planın parçası Oxford’a gitmek. Ben yıllardır duya duya gözümde büyüttüğüm, nasıl olacağını hayal ettiğim Oxford’u görmek istiyorum. Bir de Kuzey meselesi var tabii. Biraz aklını bulandırmaktan zarar gelmez değil mi?

Liverpool’dan Londra’ya yine trenle gidiyoruz. Sadece Oxford’ta inip, Londra’ya giden trenimizin saati gelene kadar şehri gezeceğiz. İndiğimiz tren istasyonunun küçüklüğü karşısında şaşkınlıkla gözlerim açılıyor. Çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim Küçükyalı’daki evimizin hemen dibindeki Küçükyalı Tren İstasyonunda daha büyük değil trenden indiğimiz istasyon. Elbette ki minik diye tabir ettiğim istasyonun yaşama açılan kapısının ardında çok merak ettiğim üniversiteler şehri Oxford var.

Eee, biz şimdi elimizdeki bavulla mı gezeceğiz bu şehri?

Elimizde bir valizle kapının dışında bekliyoruz bir müddet. Yol üstlerinde durmanın böyle bir dezavantajı var. Elinizde her daim bir valiz oluyor ve bu valizden bir şekilde kurtulmak gerekiyor. Danışma bize Hythe Bridge Sokağı üstünde bulunan “Oxford Backpackers” isimli hostele bavulumuzu emanete bırakabileceğimizi söylüyor. Mavi kapılı hostelin kapısına gelip zile basıyor ve kapının açılmasını bekliyoruz. Dar merdivenden yukarıya bavulumuzla güçlükle çıkıp, kutu gibi bir danışmanın ardında oturan bir kızdan emanet biletimizi alıyoruz. Açık konuşmak gerekirse ailece bir hostelin içine ilk girişimiz.?  Bavul bırakmak için bile olsa biraz garip hissediyoruz kendimizi. Sanki buraya ait değilmişiz gibi. Etraf fazla dağınık geliyor gözüme. Yığınla bavul bir kenara sıkıştırılmış. Liverpool’da tekerleklerini kırdığımız bizim bavul da yığının kenarına sıkışıyor. (Hatırladığım kadarıyla bunun için 2£ ödedik.)

Bavulu bıraktıktan sonra artık şehri gezmek için özgürüz. Yol bizi doğrudan doğruya şehrin kalbine götürüyor. Kafeler, restoranlar, barlar, kitapçılar… Buranın bir öğrenci şehri olduğu her halinden belli. İnsan şehrin derinlerine dalmadan bile Oxford’da yaşamanın güzel olacağı fikrine kapılıyor. Hele ki öğrenci olmak. Ders çalışmak çok eğlenceli olmayabilir ama ritmini öğrencilerin tuttuğu bir şehirde hem okuyor hem de yaşıyor olmak da hayali kurulacak bir ayrıcalık bence.

İçlerinden beğendiğimiz bir restorana oturup yemeğimizi yiyoruz. Hızlı olmamız, çok oyalanmamamız lazım. Restoranın duvarlarında hangi günlerde canlı müziğin olduğunu gösteren posterler var. Öğrenciysen yemek fiyatları da indirimli. İşte öğrencilik günlerine geri dönmeyi istemek için bir sebep daha.

Parayla ilgili tek sıkıntının annenden babandan nasıl para isteyeceğini düşünmek olduğu tasasız öğrencilik günleri. Bir de gençliği anımsatıyor bu günler tabii. Öyle olunca insan ister istemez derinden bir “Ahhhh!” çekiyor.

Chris Church College

Bir gün içinde Oxford’u ne kadar tanırız?

Gidip geldikten sonra bile bu soruya kesin bir cevap vermek zor. Elbette sabahtan akşama kadar şehri hızlıca gezmek, “Oxford’a gittim.” demek için yeterli. Yine de ben şehrin her tarafını gördüğümü iddia edemeyeceğim. Yola düştüğümüzde de bir hedefimiz var. Birçok okulun içinde Christ Church College‘ı gezmek, Harry Potter filminde öğrencilerin ve öğretmenlerin yemek yediği salona ilham kaynağı olan salonun gerçeğini, –Great Hall-, görmek istiyorduk. Yemeğimizi yedikten sonra da oraya yöneldik. Etrafta sadece bizim olacağımızı düşünmek büyük bir yanılgıymış elbette. Türkiye’den de bir sürü okul öğrencileriyle birlikte oradaydı. Hepimiz geniş girişten ilerleyip biletlerimizi aldık ve serin taş duvarların çevrelediği okulun içine girdik. Yanlış hatırlamıyorsam Kuzey’le birlikte girişteki kilisede okul hayatıyla ilgili bir dilekte bulunduk. Bu dileğimizin gerçekleşmesi durumunda bizim daha çok çalışmamız gerekecek ama artık yapacak bir şey yok?

Yaşlı bir bey ziyaretçileri karşılıyordu.

Biz de peşine takılıp taş merdivenler boyunca ardından yürüdük. Birkaç dakika sonra herkesin görmek için sıraya girdiği Great Hall’un önündeydik. Sonrası malum. Hayat umut edince, içinden dilekler tutunca ve tüm samimiyetimle söylüyorum gezince güzel. Kendi kabuğundan sıyrılıp başka yerlere gidince insanların hayatlarının nasıl olduğunu görüyorsun.

İçinde bulunduğum güvenli taş duvarların arasında bir zamanlar Lewis Carrol’un Alice Harikalar Diyarı’nı yazdığını düşünmek benim için dünyadaki minik sürprizlerden birine dokunmak gibi.

Daha sonra okulun dışını saran sokaklar arasında yürüdük. Yaşadığımız şehri düşününce geçmişin izlerini üzerinde hâlâ dünmüş gibi taşıyan şehirler insana mistik geliyor. Parke taşlı sokaklar, yüksek taş duvarlar, dimdik şekilde ayakta duran binalar, ahşap kapılar… Şehrin merkezine geri dönünce günümüzün “Fast Food Zincirleri”, paranın günlük yaşamın zorunluluğu olduğunu anlatan banka şubeleri çıkıyor karşımıza. Yine de sahiplerinin ruhunu kattığını gördüğümüz birçok irili ufaklı dükkan var. Christ Church College’ın hemen yakınlarına düşen Alice’in dükkanına girmeyi kesinlikle unutmayın. Alice severler için öyle güzel hediyelik eşyalar var ki kendinizi bu dükkanın içinde bir masal diyarında gibi hissedecek, eliniz kolunuz dolu çıkacaksınız.College’ların hediyelik eşya dükkanları var tabii bir de. Ben buradan kendime bir Oxford Kupası aldım. Çayımı, kahvemi içtikçe bu küçük kenti anımsıyorum. Şehirden ayrılmadan önce etraftaki kalabalığı izleyebileceğimiz ve bir kahve içebileceğimiz bir yerde oturmaya karar verdik. Bunun içinde konum olarak nefis bir yerde bulunan Waterstones kitapçısını tercih ettik.

Pencerelerin ardındaki şehri izlemek ve dışarıdaki yaşama kalabalıkların ardından bakmak bize çok iyi geldi. Kahve keyfinin ardından tren vaktimiz yaklaşmıştı. Biz de bavulumuzu emanete bıraktığımız hostele yürüyüp, küçük istasyona doğru yol aldık.

  • “Londra’dan Oxford’a nasıl giderim?” diyenler: Otobüs seçeneğiniz de olmasına rağmen ben bir tren sever olarak size treni tavsiye edebilirim. Bunun için www.thetrainline.com sitesinden bilet almanız mümkün. Saatlerine baktıktan sonra istasyona gidip trene binmeden önce de biletinizi alabilirsiniz. Sıklıkla Oxford’a giden tren var. Yok ben trene hemen bineyim, yolculuk sırasında parasını öderim derseniz bu size bir hayli pahalıya mal olacaktır. Bu arada trenler sıklıkla Londra Padington İstasyonu’ndan kalkıyor.
  • Oxford’a geldim. Gelmişken bir de şehirdeki Harry Potter mekanlarını tek başıma aramayayım, bunun için bir tura katılayım diyenler:  ŞURAYI tıklayıp bilgi alabilirler. Hatta buradan tur için gerekli olan rezervasyonu bile yaptırabilirsiniz.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Oxford Gezisi” yazısında 8 düşünce

  1. Unknown diyor ki:

    merhabalar elinize sağlık yazını çok bilgilendirici. oxford hakkında bir sürü yazı var ancak hepsi yüzeysel. elimde valizle ne yapacağım derken sizinde yaptığınız gibi bagajı emanete bırakmak beni kurtaracak. elinize sağlık.

  2. Çileksuyu Sibel diyor ki:

    Oxford,Cambridge Londra'ya au-pair ya da ogrenci olarak gelen herkesin mecburi destinasyonudur desem:) Ikisini de cok severekbir kac kere gorme sansina eristim ama senin bahsettigin yerlere hic ugramadim,nehir kenarlarinda yayildim daha cok desem:) Gezi yazilarinin anili olanlarini seviyorum ben de Ozlem ve tecrubelerin cok bilgi ile donatilmadan paylasilmasini.Detaylara cok merakli olan.sanirim kendisi gidip ogrenebilir.Bol fotografli ve anili olsun,hic sIkIlmadan okurum…Bir de bende senin listene basladim,ilk ikisini bu aksam yazdim,digerleini heyecanla bekliyorum:)

    • özlem öztürk diyor ki:

      Seyahat yazıları yazmak tuhaf bir şey. Arada derede kalıyor insan. Yazdığım yazıların okunma oranlarına bakınca birkaç gezi yazısının dışında (Pere Lachaise Mezarlığı yazım tavan yapmış) diğer yazdığım yazılar daha çok okunduğunu görüyorum. Bu durum da biraz tuhaf geliyor bana açıkçası. Çok da umrumda değil ama. Sonuçta içimden ne geçiyorsa onu yazmaktan hoşlanıyorum. Kitapçılarda satılan rehber kitaplarda her şey var. Ama hayatı rehber kitaplardaki gibi yaşamak ne kadar doğru, onu bilemem. Annelik gibi bir şey bu. Kitaptan okuduğun gibi olmuyor. İlk günden yatağında yatır diyor çocuğu.Niye? 🙂
      Ben yoğurdu kendi bildiğim şekliyle yiyeceğim. Başka bir bildiğim yok çünkü.
      Ama Oxford'u yazınca gönlümden tekrar oraya gitmek geçti, bilesin 🙂

  3. BAYKUŞ GÖZÜYLE... diyor ki:

    Bir gün gidecek olursam kesin trenle geçerim Oxford'a. Aksini düşünemem. Anılarınla harmanladığın bilgilendirici seyahat yazılarını çok seviyorum ve gerçekten seyahat etmenin, anılarla dönmenin tadına varınca insan doyamıyor. Öptüm

    • özlem öztürk diyor ki:

      Natali aslında yazarken insan biraz arada derede kalıyor. Nasıl yazsam diye?
      Çok mu bilgi versem, insanların buna ihtiyacı var mıdır falan gibi sorular aklıma geliyor. Sanırım insanlar akıllarına takılan bu sorulara bir yanıt bulmak istiyorlar.
      Ama gel gör ki aynı senin gibi benim de bir gezi yazısında aradığım özellikler bunlar değil. Ve öyle yazılar yazmaktan da hoşlanmıyorum. Yine de bu yazıda yaptığım gibi altta kısa bir bilgi versem mi acaba diye düşünmüyor değilim.
      ne yapayım ben şimdi?
      🙂

  4. ELİF sarı diyor ki:

    Eh , al bir ortak nokta daha. Havva'nın Üç Kızı'nı sırf Oxford'da öğrenci olabilme hayalimi canlı tuttuğu için okudum desem? Özlemmm, galiba biz senle ruhsal bir bağ içindeyiz 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Elif Şafak'ın kitabındaki şu Oxford hikayesi benim de çok ilgimi çekti ama artık Elif Şafak okumak istemiyorum. Eskiden yazdıklarını okudukça son yazdıkları beni hayal kırıklığına uğratıyor. Sanırım okumayacağım. Ama merak ediyorum. Bu da hayatta merak ettiğim bir şey olarak bir köşede kalıversin. Ne yapayım?
      Vallahi ben de aramızda bir bağlantı olduğuna inanıyorum.
      🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir