BOLOGNA 1- PORTİCOLARIN ŞEHRİ BOLOGNA

    Uçak yorgunluğunu üzerimizden atıp, yeni bir şehri keşfe çıktığımız fikrini bize tekrar hatırlatan otobüsten şehrin merkezinde indik. Birkaç dakika otobüs durağında durup etrafımıza bakındık. Üç kişinin eşyalarını tıkıştırdığımız bavulumuz da neredeyse bir adam boyundaydı ve ekinin bir üyesi gibi yanımızda dikiliyordu.
    Parke taşlı Maggiore Caddesi‘nin yanında uzanan porticoların altından yürüyerek, kiraladığımız dairenin olduğu Via Rizzoli‘ye adım attık.
    Dikkat çekici reklam tabelalarıyla fark ettirilmeye çalışılan McDonalds tam da amaçlanan gibi hemen gözümüze çarptı. Ortaçağdan kalmış film platosu görünümündeki bu şehirde eskiyle yeninin yan yana durduğu ilk detayın böyle farkına vardım.
    Kuzey, ”Ben McDonalds’da yemek istiyorum!” deyince suratım düştü. Bolonez sosun ana vatanında demek ki adımımı atacağım ilk yer bir Amerikan zinciri olacaktı. Laftan anlamayan on yaşındaki oğlumu McDonalds’da doyurdum. Sabahtan beri yemek yememişti, parmaklarını yalayarak son lokmayı ağzına attığında artık dairemize gitmeye hazırdık.
    Residence Petronio, Maggiore Caddesi’nin hemen bitimindeydi. Dar, cam kapının önüne geldiğimizde duvardaki panele, birkaç gün önce elimize ulaşan şifreyi girdik. Binanın ana kapısından sonra bir kapı daha vardı. Sonra da birkaç basamakla asansöre ulaşıp, üçüncü kattaki dairemize çıktık. Daire güzeldi; iki küçük odadan ve bir köşesini açık bir mutfağın kapladığı aydınlık bir salondan oluşuyordu. Yere kadar uzanan iki pencere odayı ferah bir ışığa boğuyordu.
Fotoğraf: Şuradan
    Tatildeyken beliren her şeyle yetinebilirim duygusu hemen etrafımı sardı; böyle basit bir evde de yaşanırdı işte! Aslında bu mutfaktan daha büyüğüne ya da antreye yerleştirilenden daha geniş bir gardıroba ihtiyaç yoktu. Evi sonraki günlerde bir daha böyle derli toplu göremeyeceğimi bildiğimden fotoğrafını çekermişim gibi etrafı hafızama kaydetmeye çalıştım. Biliyordum ki sonradan her ne kadar her ayrntıyı hatırlamak istesem de, tüm çabam boşa gidecek, anısını taze tutmaya çalıştığım her detay zihnimin kıvrımları arasında kaybolup gidecekti.
    Söylemeden geçemeyeceğim: Evin en çok konumunu sevdim, bir de penceresinden görünen Asinelli Kulesi’ni.
    Kuleyi ertesi sabah daha yakından tanımaya karar verdik. Kuzey, kulenin tepesine çıkmaya kararlıydı.
    Karnımızı doyuracak bir restoran bulmak için kendimizi sokağa attık. Binanın önündeki geniş Maggiore Caddesi büyük taşlarla döşeliydi ve yolun iki yanında kırmızı renkli binalar sıralanmıştı. İtalya’ya özgü bir hava şehrin her yanına hakimmiş gibi bir ilk izlenim yaysa da, sonraki günlerde burayı farklı kılan şeyleri fark etmeye başladık.
    Bu cadde ve bu caddeye bağlanan iki ana arter hafta sonlarında araç trafiğine kapatılıp, tamamen yaya vatandaşların hizmetine açılıyormuş. Vatandaşın şehre değil de, şehrin vatandaşa hizmet etmesinden güzel ne olabilir?
    Şehri tanımaya başladığımız ilk gün karnımızı İl Moro‘da doyurduk. Gezinirken karşımıza çıkan bir restorandı. Açık havada oturabilceğimiz bir alanı vardı. Ben bolonez soslu makarna ile yemek olayına kafadan giriş yaptım. Selçuk her zamanki ağırbaşlılığıyla Napoli usulu pizzasını ısmarladı: Pizza Napoliten.
    Kocaman porsiyonlar masaya geldiğinde açlıktan gözüm kararmıştı. Kuzey de karnını doyurmuş olmasına rağmen pizzaya ilgisiz kalamadı, benim makarnamın da tadına baktı. Yan masaya gelen tatlı da gözüm kaldıysa da, midemde bir lokma daha alacak yer kalmamıştı.
    Karnımızı doyurduktan ve çatlayacak kıvama geldikten sonra yürümeye karar verdik.

   O ilk izlenim ne kadar önemlidir bilirsiniz. Gözünüz her şeye ilk defa dokunur. Bologna’da zaman, kendini daha uzun başka bir zamana yaymıştı sanki. Yan yana sıralanmış binaların üstündeki tüm çatlaklar geçmişten bugüne uzanan bir merhemle sıvanmış, şehri çepeçevre saran porticolar ezbere kaydettiğimiz sayılarla tek tek numaralandırılmıştı: Bir, iki, üç…

    Sokaklara yayılıp, şehrin tarihi mekanlarını gezen insanların arasındaki yerimizi biz de aldık. İtalya’da olmanın keyfini İtalya’da olmaya özgü nüanslarla dolduruyorduk. Dondurmacı görünce önünde duruyor, kahve içmek için oturduğumuzda yanına bir de tatlı söylüyorduk. Akşamları yemeğimizin yanında mutlaka şarap oluyordu.
    Çok bilinen İtalyan şehirlerinden farklıydı Bologna. Sokaklar insanın başını döndürecek kadar kalabalık değildi. Tarihi mekanların hiçbiri listeye bir çarpı koymak için içeriye davet etmiyordu sizi. Tuhaf bir şekilde sokaklarda umarsızlık kol geziyordu. Keyif anlarından öte zamanlarda kendimizi bir kilisenin ya da tarihi bir çeşmenin yanında buluyorduk.
    Keşfetmeye şehrin göz önündeki meydanlarından başladık.

Herkesin söz ettiği Bologna’nın sırları bakalım kendilerini bize gösterecekler miydi?
to be continued…

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

BOLOGNA 1- PORTİCOLARIN ŞEHRİ BOLOGNA” yazısında 4 düşünce

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir