Fidel Castro ölmeden Küba’ya gitmek

Küba Gezisi… Fidel Castro ölmeden Küba’ya gitmek… Küba seyahat ve gezi notları…

Küba’da fırtına mevsimi…

Gitmeden önce biraz söyleniyorum. Muhtemelen Küba ömrümde bir kez ayak basacağım bir ülke ve olası bir fırtınanın beni bir otelin lobisine tıktığını düşünmek bile istemiyorum. “Yine aynı şeyi yaptık,” diye söyleniyorum Selçuk’a. İnsan gideceği yerde hava nasıldır diye bakmadan, gitmek için uygun zaman mıdır diye araştırmadan balıklama dalar mı gezi fikrine? Dalıyoruz işte. Bilinmeyen, uzak bir destinasyon olunca önce eve diyoruz, sonra da kaderin ellerine teslim ediyoruz kendimizi.

Fidel Castro ölmeden Küba’yı görmekten ziyade, Hemingway’in ömrünün hem en güzel günlerini hem de son demlerini yaşadığı bir ülkeyi görmek istiyorum. Aklımdaki yegane düşünce bu. Paris’te Hemingway’in yaşadığı evleri, kitaplarını yazmak için kiraladığı minik daireleri, gittiği kafeleri gezmişim. Bizimkileri de peşimden sürüklemişim. Yetmemiş Miami-Orlando seyahatini Key West’e gitme şartıyla kabul etmişim. Şimdi Havana’da Hemingway’in yediği, içtiği, yaşadığı yerlerde olmak istemez miyim?

İstiyorum elbette! Hem de öyle çok istiyorum ki seyahatin tüm yönünü de bu uğurda değiştiriyorum. (Seyahat arkadaşlarım sağ olsunlar. Hiç sorgulamadan ne değişiklik yaparsam yapayım seslerini çıkarmadılar.)

Küba Gezisi… Air France ile Yolculuk

Turumuz minik aksaklıklarla başlıyor. 15 kişilik grubumuzu aynı soyadlarını hiç dikkate almadan hallaç pamuğu gibi dağıtmışlar maşallah. Bilet kontuarının önünde söylensek de bağırsak da pek başarı elde edemiyoruz. Uçak dolu ve yapacakları bir şey yok. Kendi adıma ben Thy’den alışık olduğum konforu bulamıyorum. Uçağın içi buz gibi. Çantamdaki hırkamı giyip, uçakta dağıtılan  battaniyeleri de üstüme sarıyorum. Yine de yetmiyor. Havana’ya geldiğimde boğazımda bir yanma var ve kendimi pek iyi hissetmiyorum.

Küba Gezisi
Küba Gezisi

 Küba Gezisi… Kübaya gelmişiz, kim takar hastalığı?

Gecenin bir yarısı havaalanından çıkıyoruz. Havaalanlarına dikkat etmek gibi bir huyum var. Özellikle az gideceğimi ya da bir kez gideceğimi düşündüğüm bir yerse unutmamak adına biraz daha dikkat ediyorum buralara. Havaalanının bir insanın ömründe pek de kıymetli bir yeri yok biliyorum.😍  Yıllar önce gittiğim Bulgaristan’da yaşadığım o hissiyat geliyor içime: Yapıldığı yılın güzelliğini taşıyan binalar sanki o senenin içinde asılı kalmışlar gibi garip bir his. Havana Havaalanı’nda uzunca bir müddet bavullarımızı bekliyoruz. Bize yardım edecek bir görevli yok etrafta. Bir saati geçkin bir beklemenin ardından nihayet valizlerimize kavuştuğumuzda derin bir nefes alıyorum. Kübaya hasarsız ulaştık.

Gece de olmuş elbet. Havana’nın en güzel otellerinden birine gitmek için otobüsümüze doğru yürüyoruz. Şehir karanlıklar içinde. Kübayla tanışmak için  sabahı beklememiz gerekiyor. Hotel Nationalin geniş ve görkemli lobisine adım atıyoruz. 1920’lerde yaşıyor olsaydık burası olmak istediğim yer olurdu. Yüksek tavanlar, otelin hemen dışındaki Cabaret Parisien‘in geçmişi anımsatan afişi, bir yandan bir yana uzanan ahşap bankosu ve ardındaki çalışanları ile bir film setindeyiz sanki. Lobinin ortasındaki kapı da otelin geniş bahçesine ve esintisiyle kendini belli eden okyanusa açılıyor. Otel, görkemli bir tepenin üstüne kurulmuş. Karşında göz alabildiğince okyanus.

Yemek yememiz gerekiyor tabii. Uzun bir yolculuktan geldik ve açlıktan ölüyoruz. Gecenin ilerleyen bir saatinde olduğumuz için üç seçenek koyuyorlar önümüze: Tavuk, makarna ya da peynirli sandviç. Grubumuz siparişlerini veriyor. Tavuk isteyenlerin bir kısmının siparişi mutfakta tavuk kalmadığı için iptal oluyor. Domates soslu makarna korkunç. 5 yıldızlı bir otelin mutfağı gece 11’de benim için sınıfta kalıyor. Ama ne gam!

Ben Küba’yı sevmeye geldim. Ertesi gün daha güzel ve taze bir sabaha uyanacağımızı biliyorum. Yine de odaya girince şöyle düşünüyorum: Keşke 1920 yılından beri odayı biraz havalandırsalarmış. Ne güzel olurmuş.

Küba Gezisine dair notlar…

Sabah kahvaltının ardından hemen yola düşüyoruz. Morro Kalesi‘ni karşıdan gören bir tepenin üstünde otobüsümüzden iniyoruz. Tüm Havana karşımızda. Rehberimiz şehrin önemli binalarını, Fidel Castro’nun başkanlığının ilk dönemlerinde çalıştığı yeri, adı sonradan değiştirilen Hilton Oteli’ni gösteriyor bizlere. Bu tip bilgilerin çoğu dinledikten birkaç dakika sonra benim aklımdan uçuyor. Pek kıymet vermiyorum açıkçası. Bir şehrin yerlisi olmadıktan sonra birkaç günümü geçireceğim bir yerin binalarını ezberlemem çok da mühim değil. Amerika’da bir örneğinin bulunduğu Capitol Binası buradan da görülüyor.

Bir de berrak gökyüzünü siyaha boyayan bir duman var. Küba Hükümeti enerji ihtiyacını karşılamak için dizel üretiyormuş. Ne demekse!? Bildiğim tek şey gökyüzüne yükselen kara duman.

Hemen bulunduğumuz yerde hediyelik eşya satan minik tezgahlar var. Birkaç kolye beğeniyorum. Ahşaptan ya da tohumdan tesbih gibi kolyeleri seviyorum. Sanırım 5€ civarı bir para istiyorlar. Selçuk da pazarlık yapsana, hemen olur diyorsun diye uyarıyor beni. Kübalı kardeşlerimiz kazansın, 2€’nun hesabını mı yapayım şimdi diyorum.

İki çeşit Küba para birimi var. Biri turistlerin kullandığı ve üstlerinde Küba’nın önemli yapılarının resimlerinin bulunduğu CUC, diğeri de Küba vatandaşlarının kullandığı ve üzerinde halk kahramanlarının resimlerinin olduğu CUP. Turistlerin kullandığı para halkın kullandığı paradan 25 kat daha pahalı. Ben 10 CUC’u uzatıyorum alışveriş yaptığım Kübalıya. Karşılığında bana 5 CUC vermesi gerekirken 5 CUP veriyor. Elbette Selçuk fark ediyor bu durumu. Bence sen hem pazarlık yap, hem de aldığın paraya dikkat et diyor. Tabii ki parayı değiştiriyorlar ama mesele benim için para meselesi değil. Daha ilk dakikadan kazıklanmaya çalışılmam beni üzüyor. Kübalı kardeşim yakaladığı ilk fırsatı değerlendirmeye çalışıyor.

Zor oyunu bozuyor tabii diyorum Selçuk’a.

Küba’yı sevmeye geldim ben. Fidel Castro gönlümün sultanı değilse de Che’mi kimseye yedirmem.

Küba Gezisi : Fortaleza de San Carlos de la Cabana

Buradan 1982 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi’ne girmiş kısaca La Cabana denilen kaleye gidiyoruz. Kalenin özelliği Amerika kıtasının en büyük kalesi olmasıymış. Bir savaş durumunda 6000 asker kalenin içinde barınabiliyormuş. Vakti zamanında Havana Limanı’nı koruyabilmek için bir sürü top yerleştirilmiş. 18yy’dan itibaren her sabah ve her akşam şehrin kapılarının açılışını ve kapanışını belli etmek için top atışı yapılıyormuş. Günümüzde de aynı seremoni her sabah ve her akşam devam ediyor.

Benim ilgimi en çok Che’nin eşyalarının sergilendiği ve yaşamının anlatıldığı müze çekti. Buranın hemen dışındaki bir seyyar arabadan millet mojitolarını aldı ve içti. Ben hindistan cevizi suyu ile açılışı yaptım.

Başlangıç olarak Morro Kalesi’ni görüp, La Cabana Kalesi’ni gezdikten sonra yönümüzü Havana’nın şehir merkezine çevirdik. Şehrin merkezi insanın gözünü korkutacak kadar büyük değil. Lokal bir rehberle geziyor olmak bizim işimizi çok kolaylaştırdı ama sanki bana bu sokaklar rehbersiz de gezilebilirmiş gibi geliyor. Elinize bir rehber kitap alıp, yönünüzü belirledikten sonra korkulacak bir şey kalmıyor. Canınızın istediği yerde oturur, istediğiniz yerde mojitonuzu içer, sonra tekrar gezmeye devam edersiniz. Mojito, mojito diyip duruyorum biliyorum ama şehrin ruhu buradan besleniyor. Herkesin elinde bir kokteyl, özellikle de turistlerin. Hemingway’i tanımlayan birkaç şeyden biri de içki. Bu durumda Hemingway burada mojito içermiş, burada daiquiri içermiş derken şehri içe içe dolaştık. Pek tabii oturduğumuz yerlerde de içildi. Küba seyahati bol bol alkol tüketilen bir seyahat oldu.

Alkol, müzik ve Havana’nın okyanus suyuyla eriyen binaları…

Elbette yaşamaya değer…

Küba ile ilgili başka bir yazı için lütfen BURAYA tıklayın.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Fidel Castro ölmeden Küba’ya gitmek” yazısında 16 düşünce

    • özlem öztürk diyor ki:

      Teşekkür ederim. Çok tatlısın. Ben de hep yazmak istiyorum ama olmuyor işte. Bozuk plak gibi hep zamansızlıktan ve yapmak istediklerimi yapamadığımdan dem vuruyorum. Vaktimi daha iyi planlamayı öğrenmem gerekiyor sanırım. Ya da biraz daha bencil olup başkalarına verdiğim zamandan çalmayı 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Öyle gittim sahiden. Yorumuna geri cevap yazmak için bilgisayarın başına oturduğum an itibariyle de Castro aramızda yaşamıyor. Ne tuhaf değil mi? İnstagramda da azıcık ucundan yazdım aslında. Küba'da gördüklerim beni çok da mutlu etmedi aslında. Halk mutlu değil halinden . Amerika'nın karşısında onurunla, dimdik durmak nefis bir şey ama keşke daha iyi bir yaşama kavuşabilseymiş Küba halkı yıllar içinde. 🙁

  1. Naz Pek diyor ki:

    Gezmek seyahat etmek ne güzel bir şey yahu…
    hele gitmek istediğim yerleri senin gözünle ve kelimelerinle okumak paha biçilmez Özlem. İyi ki yazıyorsun iyi ki seni bulmuşum.
    Şu mojito içip sokakları dolaşma kısmı şahane valla tam bize göreymiş bu arada bende iyi mojito yaparım:))

    • özlem öztürk diyor ki:

      Oh bee! Seni buralarda görmek ne güzel. Özlemişim vallahi. İyi ki ben de seni bulmuşum altın kalpli arkadaşım benim. Söz verdin, yazacaksın bu hafta. Sabırsızlıkla bekliyorum ve sakın kısa yazma. Uzun uzun anlat. Ne yaptın, ne ettin öğrenelim.
      Bir gün içeriz mojitondan 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir