Kutlanmayan bir sevgililer günü: Şubat’ın 14’ü.

Senenin bu zamanı Paris’e doğru yola düşmenin zamanı. Her sene gittiğimiz tekstil fuarları senede iki kez yapılıyor: Biri soğuk şubat ayına denk düşüyor, bir diğeri bazen bizi ılık havayla karşılayan eylül ayına.
     ”Bu sene bu soğukta Paris’e gitmek istemiyorum,” dedi Selçuk.
Kahvaltının ortasındaydık. İkinci bardak çayımı yudumluyor, mutfak penceresinden görünen karla kaplı bahçeye bakıyordum. Hava insanın hayallerini ertelettirecek kadar soğuktu. ”Burası bu kadar soğuksa Paris daha da soğuktur,” diye düşündüm.
  ”Peki, sen bilirsin,” dedim. Yine de içimde bir his fuar zamanı yaklaştıkça Selçuk’un fikrini değiştireceğini fısıldıyordu.
Yanılmışım. Selçuk, kararının arkasında durdu. Soğuk havalara olan nefretini Laponya seyahatinde yeteri kadar beslemiş, yazın gelmesini bekliyordu.
Dün Sevgililer Günüydü.
Benim için bir anlamı yoktu.
Özel günlerin, sosyal medyanın hatırlatmasıyla kutlanan doğum günlerinin, gazetelerin yanında dağıtılan pırlanta kataloglarının, televizyondan bangır bangır yedirilmeye çalışılan pahalı bir hediyenin ucundaki sevginin benim için bir anlamı yok.
Dağlara doğru yapılan bir yürüyüşün, nefes nefese kalıp arada soluklanmanın, şişenin dibindeki suyu içmenin, karların içinde yanan bir ateşin keyfinin parmakta taşınan bir yüzükten ya da kola takılı bir çantadan daha kıymetli olduğunu biliyorum. Ne zaman hayatın anlattıklarını dinlemeye karar verdim, yaşamın paylaşılan güzel anılardan ibaret olduğunu anladım.
Bir çantanın ömrünün bir insanın ömründen daha uzun olması ne acı, değil mi?
Bu dünyaya anılar biriktirmek, sevdiklerimizle birlikte olmak, zamana anlam yüklemek için geldik.
Selçuk’un benim için kitapçı raflarında seveceğim bir kitabı araması her şeyden değerli. Senenin bir gününü değil, ömrümün her gününü huzur içinde geçirmek istiyorum. Sizler de öyle istiyorsunuz, biliyorum.
Laponya seyahati geride kaldı. Geniş bir vakit bulup fotoğraflara bile bakamadım. İki haftalık okul tatilinde derslerden kopan Kuzey ve onu okula adapte etme çalışmaları ile uğraşıyoruz. Biraz da asileşti mi ne? Olur olmaz yerlerde sesi yükseliyor, gözleri doluyor. En çok benimle kavga ediyor; oysa bana kıyamazdı hiç. Sussam mı, konuşsam mı, bağırsam mı bilemedim. Sanırım şimdi de bu durumu tecrübe etmenin zamanı. Ah, zorlu bir süreç daha!
Bu arada Simone de Beauvoir ile ilgili bir yazı yazdım. Ne yazdığımı bile hatırlamıyorum ama sanırım onu ne kadar çok sevdiğimden bahsettim. Ne zaman onu düşünsem Montparnasse Mezarlığı’ndaki mezarı aklıma düşüyor. Sartre ile yan yana.
Aklıma Paris düştü. Fark ettiniz değil mi?
Sevgililer Günü geçti dedim ya; o tek güne takılmayın olur mu?
Her gününüz sevgililer günü tadında geçsin. Sevdiğiniz insana sahip çıkın, anılarınızı onun anılarıyla harmanlayın. Hayal kurun beraber, sevdiğiniz bir şehrin sokaklarında gezin. Karşılıklı bir çay için. İster sevdiğiniz bir kafede, ister mutfaktaki küçük masada. Göz göze, yürek yüreğe…

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Kutlanmayan bir sevgililer günü: Şubat’ın 14’ü.” yazısında 4 düşünce

  1. Gamze Esra Ersöz diyor ki:

    "Dağlara doğru yapılan bir yürüyüşün, nefes nefese kalıp arada soluklanmanın, şişenin dibindeki suyu içmenin, karların içinde yanan bir ateşin keyfinin parmakta taşınan bir yüzükten ya da kola takılı bir çantadan daha kıymetli olduğunu biliyorum." Ben bayıldım bu cümleye. Çok güzel ifade etmişsin konuyu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir