Çocuklarla Eurodisney!

Gitmeden Avrupa yollarına düşmek için yanlış bir zaman olduğunu düşünüyorum; çok önceden alınmış bir karar! Dört anne yanımıza aynı yaşlardaki oğullarımızı alarak karne hediyesi olarak Eurodisney’e gideceğiz. Yola çıkmadan önce derin derin nefes alıyorum. Sevdiğim şehre gidecek olmam yüreğimi şenlendirse de, gidiş sebebimiz çocukların gönlünü yapmak.

Atatürk Havalimanı’na vardığımızda çocuklar neşeyle birbirlerine sarılıyorlar. Bavullarımızı çekçek yardımıyla da olsa taşıyan oğlanları görünce ”Allahım, galiba büyüyor bu çocuklar ” diyorum. Uçağımız yağan kardan dolayı 2 saat gecikmeyle kalkıyor. İki saati uçakta tıkılı olarak geçiren çocuklar birlikte olmanın verdiği psikoloji ile ortalığı birbirine katıyorlar. İtiraf etmem gerekirse utançtan ölüyorum.

Yolculuğumuzun iki gecesinde Eurodisney’de Cheyenne Otelde, bir gecesinde ise Paris’te Langlois Otel’de kalacağız. Havaalanından çocuklar ve bavullarla hareket ederken zorlanacağımızı düşündüğümüzden Cafe Tur’dan ayarlanmış bir seyahat planıyla yolculuk ediyoruz. Onur Air ile uçmak fikri ilk andan itibaren canımı sıksa da, kendimi pozitif düşünmeye zorluyorum. İlk günkü uçakta kaynaklanan iki saatlik gecikmeyi hava muhalefetine bağlıyorum.

Charles de Gaulle Havaalanı’na vardığımızda tüm işlemlerimizi kolaylıkla tamamlayarak bizi bekleyen Cafe Tur görevlisi ile buluşuyoruz. Bizim için ayrılmış 8 kişilik minibüse binerek tahmini kırk dakika süren bir yolculuktan sonra Eurodisney Otellerinden biri olan Cheyenne Otel’e geliyoruz. Transferimizi sağlayan Ahmet Bey otelde işlemlerimizi hallettikten sonra acele ile bizi bavullarımızla başbaşa bırakarak otelden ayrılıyor. Kalacağımız odayı bulmak için resepsiyonistin kendisine tarif ettiği yolu bize tarif ediyor. Uzun aramalardan sonra bize gösterdiği yönün ters yön olduğunu, odalarımızın yürüyüşe başladığımız yerin hemen arkasında olduğunu anlıyoruz.

Otel kovboy kasabası konseptinde yapılandırılmış. Lobide bulunan ”Wanted” posterleri, ortada kırmızı alevlerle cıvıl cıvıl şömine, kovboy barları gibi döşenmiş bar… Ne yazık ki gece saat 10’u geçtiği için yemeğe yetişemiyoruz. Büyükler için 30 Euro, çocuklar için bu paranın yarısını vermekte işimize gelmiyor açıkcası…Neyse ki yanında zeytinyağlı sarma dolma, poğaça, kek getirmiş becerikli arkadaşlarım var. Gelirken kendilerine yaptığım muhalefete karşın yatağın üstüne kurduğumuz sofrada dolmaları löp löp götürüyorum. Üstüne içtiğim çay da yorgunluğumu alıp götürüyor. Yarın büyük gün! Sabahleyin erken bir saatte kalkıp, kahvaltımızı edip oyun parkına doğru yola çıkmaya karar veriyoruz.

Resepsiyondan parkın otel müşterilerine saat sabah 8’de, dışardan gelen müşterilere ise saat 10’da açıldığını öğreniyoruz. Ne kadar erken olursa olsun, saat 8’de oyun parkında olacak gücü kendimizde bulmadığımızdan rahat rahat kahvaltımızı etmeye karar veriyoruz.
Otelin önünden her on dakikada bir parka giden otobüsler kalkıyor. Parkla otel arası ise sadece 5 dakika sürüyor.

İlk sabah odadan çıktığımızda bizi yağmurlu bir hava karşılıyor. Kahvaltı salonuna vardığımızda karşılaştığımız kalabalık, bu havada burada bulunma fikrinin delilik olduğu düşüncesiyle ilgili tüm fikirlerimizi rafa kaldırmamıza sebep oluyor. Yüzlerce deli, çoluk çocuk burada toplanmış. Salonda oturacak yer bulmak bile mümkün değil. Çay, peynir ve çocuklar için gevreklerle hazırlanan bir kahvaltıdan sonra Eurodisney’deyiz.

Otelden çıktığımızda serpiştiren yağmur bizi biraz endişelendiriyor ama neyse ki tüm gün boyunca bir daha yağmurla karşılaşmıyoruz. Disneyland Oteli’nin olduğu girişten içeri girip, şehir meydanı boyunca sağlı sollu sıralanmış mağazalar, kafeler, yiyecek dükkanları boyunca yürüyoruz. Bu meydanda büyükçe bir atın çektiği bir arabaya binerek küçük bir tur atmak mümkün.

Dört silahşörler kavga etmeden az önce!

Kaleye geldiğimizde hâlâ bir şeye binebilmiş değiliz. Kafamızda oluşturduğumuz bir gezi planımız da yok. Çocuklardan birinin istediği bir şeyi diğeri istemiyor. Kaleyi arkamızda bırakıp şimdiye kadar gördüğüm en güzel atlı karıncaya biniyoruz. Bu sefer de etrafta onca at varken, istedikleri ata binemeyenler mutsuz oluyor. Hızlı bir rehabilitasyon çalışmasından sonra atlı karıncayı arkamızda bırakıp Robinson’un Adasının etrafında gezinip, asma köprüden geçiyoruz. Uzaktan gelen sesleri duyup madenin içinde ilerleyen trene gitmeye çalışıyoruz. ”Fast Pass” adı altında görebileğiniz makinalardan İndiana Jones’a -kendisi madende ilerleyen tren oluyor- bilet alıyoruz. Daha önce birkaç yerde okuduğum gibi hızlı giriş biletleri para ile alınan bir bilet değil, sadece beklememenizi sağlayan bir randevu bileti. Bir alete binmek için hızlı giriş bileti aldıktan sonra, başka bir tane hızlı giriş bileti almanız mümkün olmuyor. Türk aklı ile diğerlerine de hızlı bilet alalım düşüncemiz ilk hamlemizde olayı anlamamızla son buluyor.

 

Şimdi arkadaşlar, bu sevimli maden treni uzaktan bakıldığında size keyifli bir çevre gezisi yapacakmışsınız izlenimi veriyor; oysa gerçek bundan çok farklı! Oğlum ve ben bindiğimiz ilk on saniyede içinde oturduğumuz trenin bir roller coaster olduğunu anlıyoruz. Muhtemelen sadece birkaç dakika süren ama bize saatler gibi gelen o dakikalar boyunca Kuzey ağlamaya başlıyor. Ben oğlum yanımda olmasa kalp krizi geçirebilecekken, annelik güdüsüyle oğluma sarılmış ama gözlerim kapalı bir vaziyette nasıl yaptığımı bilmeden hem çığlık atıp, hem ona sakin olmasını söylüyorum. İndiğimizde oğlan önünde bulunan yapay gölün karşısında paralize olmuş gibi duruyor. Yemek yemek için oturduğumuzda bana yorulduğunu ve otele gitmek istediğini söylüyor.

Bir daha böyle bir alete binmekten o kadar korkuyor ki, Eurodisney macerasını burada noktalamakta kararlı. Kriz verilen sözlerle aşılıyor. Gece uykusunda gördüğü kabuslarda oğlumun ne kadar korktuğunu daha iyi anlıyorum.

 

Autopia

Günün kalan kısmında bindiğimiz oyuncakların ne olduğuna daha fazla dikkat ediyorum. Sekiz yaşında dört erkek çocuğuyla gezdiğimizden çok merak etmeme rağmen, Uyuyan Güzel’in kalesine ya da benzeri kızsal bir aktivitenin peşine düşemiyoruz. Discoveryland’a geçip normal bir hızla dönen Orbitron adındaki küçük uzay araçlarına biniyoruz.
Autopia adındaki oyun hemen dikkatimizi çekiyor. Uzunca bir parkurda yapılandırılmış, 1940’ların renkli renkli araçlarını sürmek için sıraya giriyoruz. Yarım saatlik bekleyiş sırasında Kuzey, ”umarım bize pembe araba gelmez, yoksa binmem” diyor.
– Haydaa!!! Bir pembe araba telaşımız yoktu.
İçimden pembe arabaya denk gelmemek için dua etmeye başlıyorum. Bize sıra geldiğinde bineceğimiz araba kırmızı oluyor. 🙂
Yuppi!!!

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Çocuklarla Eurodisney!” yazısında 8 düşünce

  1. zero diyor ki:

    Özlem şimdiden çocuklarının sayısı 3'e çıktı, ben de istiyorum valla:))) hem bak başbakanımız da 3 çocuk diyor ne de olsa:)) gerçi senin 2.ve3. çocuk biraz kart kaldı ama olsun, idare ediver artık:)

  2. Adsız diyor ki:

    Benim çocukluğumda lunapark bile yoktu. Yani ufacık bir yerde yaşıyorsan, 8 yaşında İstanbul'da arabayla bir cadde üstünden geçerken dönen balerini görmüştüm. Ne kadar ilginç gelmişti. Vakitsizlik yüzünden bindirememişlerdi beni :((( Çocuklar çok şanslılar. Yıllar sonra bu geziyi annelerinin gözünden okuyabilme imkanları olduğu için de ayrıca şanslılar… Dolma kısmına bayıldım bu arada… 😉

  3. macerakitabim diyor ki:

    Di mi ama? Bayramlarda gittiğimiz lunaparklarda bindiğimiz çarpışan otolar neye yetmiyordu? Bir de mahalle aralarında seyyar dolaşan, adamcağız çevirdikçe dönen salıncaklar vardı:)))
    Eurodisney şimdiki çocuklardan çok, bizim jenersyona daha çok hitap ediyor bence:)))

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir