ŞİİRİN KAYIP PRENSİ; KEATS

Roma’da erken saatlerde yola düştüğümüz 2.sabahımızı şehrin içinde başka bir devlet olan Vatikan’da geçirdik. Yorgun ayaklarımız bizi adını burada bulunan İspanyol Konsolosluğu’ndan alan merdivenlere taşıdı. Kalabalığı ile bizi karşılayan Piazza Spagna’dayız. Meşhur merdivenler tam karşımda, üstünde farklı coğrafyalardan gelmiş kadınlı erkekli gruplar oturuyor. Gençler ayrı bir alem zaten! Yüzlerinde benim de ilk ergenliğimden tanıdığım umarsız gülümsemeler, pervasız kahkahalar…

Audrey, namı-diğer Prenses Anna, yıllar önce burada yemişti Roma’da ilk dondurmasını. Siyah-beyaz bir filmin kareleri doldurmuştu evimin salonunu. Ayaklarında az önce Trevi Çeşmesi’nin çaprazında duran ayakkabıcıdan aldığı sandaletler, elinde tüm keyfini çıkararak yediği dondurması… Açelyalar vardı filmde. Merdivenlerin ortasındaki beton korkuluklardan yere doğru sarkan açelyalar… Filmden bana uzanan, merdivenlerin görünmeyen kahramanlarıydı bence.
Bugün ne güzeller güzeli Audrey yaşıyor, ne de ona eşlik eden Gregory Peck. Merdivenlerin hemen sağındaki binada bambaşka bir hikâye gizli. Gizli dediysem, farkına varmayanlar için elbet!
Merdivenlerin üstünden kulaklarıma ulaşan o yoğun sese inat, köşedeki üç katlı, pembe bina sessizliğiyle beni kendine çağırıyor. Zaten Roma’ya gelmeden önce söz vermiştim kendisine, mutlaka uğrayacağım diye.


Keats ve Shelley Roma’da nerede yaşadılar?

Binanın hemen dış yüzüne yapıştırılmış metal levhayla göz göze geliyorum. ‘’Keats- Shelley Müze Evi’’ yazıyor üstünde.

Burası romantik edebiyat akımının ünlü İngiliz şairinin kalbinde aşk acısıyla 25 yaşında veremden hayata gözlerini yumduğu ev! İngiltere’nin nemli ikliminden, Roma’nın insanın içini ısıtan sıcak güneşine gelmesi de Keats’in kaderini değiştirmemiş ne yazık ki. Kapıdan içeri giriyoruz. Girdiğim apartmanın içi Beyoğlu’ndaki eski binaları hatırlatıyor bana. Yılların yaşanmışlığını ve yorgunluğunu üstünde taşıyan hayatlar gibi aynı. Yukarı çıkan merdivenler, üstüne değen ayaklardan dolayı yer yer yıpranmış, mermerin o bildik dik başlı havasından geriye pek bir şey kalmamış, yumuşamış, örselenmiş. Merdivenleri tamamlayan demir korkuluklara tutunarak ilerliyoruz. Yukarı çıkarken bize eşlik eden duvarların hepsi çerçevelenmiş, eski zamanların fotoğraflarıyla dolu.


Ölü Ozanlar Derneği ve unutulmaz sanatçı Robin Williams…

Fotoğraflardan birinde Roma’da daha önce yaşamış İngiliz şairler var. Bildik birkaç isim dışında tanıdık bir isim çıkaramıyorum. Keats ile ilk tanışmamız geliyor aklıma. Ortaokul yıllarımda izlediğim ve uzun zaman aklımdan çıkmayan o filmle ‘’merhaba’’ demiştim kendisine. Belki hatırlarsınız siz de!  Robin Williams’ın başrolünü oynadığı Ölü Ozanlar Derneği’nden bahsediyorum. İronik bir şekilde ismi John Keating olan o öğretmenden ve okuduğu Keats şiirlerinden. Sınıfa girdiği ilk an, öğrencilerin edebiyat kitaplarını çıkarttırır ve onları baskı altında tutacağını düşündüğü sayfaları yırttırır. Kimileri büyük bir hevesle yırtar o sayfaları, kimileri gözlerinde tereddütlü bakışlarla.

Öyle bir öğretmene duyulan ilgiden mi yoksa sisteme karşı gelmenin insana hissettirdiği dayanılmaz çekimden mi bilinmez, Robin Williams’ı da, canlandırdığı o karakterleri de çok sevdim. Ölü Ozanlar Derneği en çok sevdiğim filmlerden biri oldu hayatım boyunca.
İşte yıllar önce ilk kez o filmde, dizeleriyle tanıştığım John Keats’in kısa yaşamına sığdırdığı üç şiir kitabı oluyor. Geride bıraktığı bir aşk ve yaşayamadığı uzun bir hayat bir de!
Şair, Roma’ya gelmeden kısa bir zaman önce 23 yaşındayken aşık oluyor. Aşkına karşılık bulsa da, ağbisi hariç ailesindeki tüm fertleri birer birer yitirdiği vereme yakalanıyor o da!
Arkadaşlarının yol parasını denkleştirerek yolladığı Roma’nın sıcak iklimine geldikten sonra, İspanyol Merdivenlerinin hemen köşesindeki o eve yerleşiveriyor. Kısa bir zaman geçiriyor bu evde. Ne yazık ki ülkeye adım attıktan üç ay sonra bu evde başka bir yaşama geçiyor Keats, yorgun, aşık ve çok üşüyerek!

Birinci kata ulaştığımızda bizi kapıda karşılayan İngiliz kızla kısa bir sohbet ediyoruz. Güleryüzlü ve konuşkan… Bir üst katta bulunan Keats’in yaşadığı, şimdi müze ve kütüphane olarak korunan bu eve girmeden önce bilet almamız gerekiyor. İçeri giriş iznimizi aldıktan sonra, evin odalarının eşyalardan dolayı dar olduğunu söyleyerek çantalarımızı bırakmamızı rica ediyor. Flaşsız fotoğraf çekebileceğimizi belirtiyor. Duvardaki fotoğraflara, mektuplara bakarak bir kat daha yukarı çıkıyoruz. Şimdi evin içindeyiz. Bu sefer elinde tuttuğu ciltten eski olduğu belli olan bir kitabı okuyan başka bir İngiliz çalışan başını okuduğu kitaptan kaldırarak bize gülümsüyor. Sormak istediğimiz herhangi bir şey olursa yardımcı olabileceğini bildiriyor. İçerde tek tük başka misafirler de var; belki kütüphane isminin olmasından, belki de  şairin dizelerine saygıdan içeride derin bir sessizlik var. Bizi içeri buyur eden girişin açıldığı salonun tüm duvarları kapalı kapılar ardında duran kitaplarla çevrelenmiş. Kitapların hemen önüne sıralanmış sandalyeler, bir kitap alıp okumak isterseniz emrinize amade. Salonun tavanını ikiye bölen kubbeli niş, Keats evi tuttuğu zaman ev sahibesi tarafından ortaya gerilen bir perdeyle ayrılmış. Evin bugünkü adı Keats-Shelley evi olarak anılsa da, Keats’in Roma’da bulunduğu ve öldüğü zamana kadar Shelley buraya hiç gelmemiş. İtalya’nın kuzeyinde aldığı Keats’in ölüm haberinin ardından Keats için ‘’Adonois’’ diye bir şiir yazmış. Üstünden uzun zaman geçmesine fırsat kalmadan da kendisi yitik başka bir hikayenin kahramanı olmuş zaten.

İnsanın hüzünden besleniyor olması gerçek olsa gerek; çünkü merdivenlerin hemen dibinde, aradığımı bulduğumu düşündüğüm bu evde, garip ama mutlu olduğumu düşünüyorum. Yolda olmanın, yola dair bir hikâyenin önceden yazılmış sayfalarında kendime farklı bir rol aradığımı biliyorum. Şimdi o unutulmuş sayfaların içinde Keats’in yaşamını yitirdiği odaya doğru ilerleyeceğim. Aşık olduğu kadının Roma’ya gelmeden önce saçından kesip, emanet ettiği tutama bakacağım. Keats’n saçının yanındaki yerinin ona ne kadar yakıştığını düşüneceğim.

Küçücük bir oda Keats’in odası. Dar yatağının hemen karşısında, bu odaya büyük gelen bir şömine. İspanyol Merdivenleri’nin kargaşasına açılan uzun bir pencere ve hemen camın önüne yerleştirilmiş yazı masası. Şairin ressam arkadaşı Joseph Severn ölmeden önce Keats’in yanıbaşında, Keats’in eli ellerinde. Yastığın yumuşaklığına gömülmüş, terli başını resmediyor orada, elinden başka bir şey gelmiyor çünkü. Yatağın hemen sağ köşesinde duran maskı ise, yaşayamadığı her şeye inat, huzurlu gözüküyor.

Bu masada Keats’in mürekkep hokkasına batırdığı divitiyle son şiirlerini yazdığını, bazı günler merdivenlerden tırmanarak tepeye doğru çıkan yolculara bakıp gülümsediğini, kaybettiği umudu bulduğunu biliyorum.

Evden çıktığımızda, üzerimizde elle tutulur bir hüzün…

Hiç tereddüt etmeden merdivenlerin diğer köşesine doğru yürüyoruz. Başka bir İngilizin evine konuk olacağız. Kapıdan girdiğimiz anda burnumuza gelen bergamot kokusunun peşine takılmamak mümkün değil. Çayın keyfini sadece İngilizlere bırakmak niyetinde değilim. Babington
Tepesinde kedi taşıyan gümüş bir demlikte çayım masama teşrif ediyor. Çikolatalı kurabiye ile elmalı pie tercihim arasında kısa bir tereddüt yaşıyorum. Kafamda çağrışım yapan elmanın tarçınla harmanlanmış hali savaşı hemen kazanıyor; tatlım çayımın yanında yerini aldığındaysa yanlış bir karar verdiğimi anlıyorum. Ya Keats kısa süreli mutluluklar yaşama keyfimi elimden aldı ya da tat alma duyumu yitirdim. Lezzetsiz bir hamurun üstünde yerleştirilmiş kocaman elma dilimlerinde pişmekten kaynaklanması gereken o yumuşaklığı bulamıyorum. Üstüne serpiştirilmiş tarçınlar ise sanki kötü bir şakadan ibaret!

Üzerinde oturduğum hasır sandalye ve masadan kafamı kaldırdığımda nemli İngiltere sokaklarının bana bakan yüzlerinde, az önce bıraktığım şair düşüyor aklıma yine.
Bu şehre gelirken, bir daha doğduğu topraklara dönemeyeceğini bilen Keats şöyle diyor yaşamına veda ederken ressam arkadaşı Severn’e:
 ‘’Nefesini üfleme bana, çok üşüyorum.’’
Şimdi Roma’nın başka bir köşesinde, yanıbaşında arkadaşları Severn ve Shelley ile yanyana Keats.
İsteği üzerine düz bir mezar taşına şöyle yazılmış.
‘’Burada adı suya yazılmış biri yatmaktadır.’’
Romantik edebiyat akımının ölümünden sonra üne kavuşan bu genç şairinin herhangi bir şiirini okumuşluğum yok. 25 yıllık kısa hayatına sığdırmış olduğu üç kitabına rağmen, umuyorum ki bizlerde Keats çevirileriyle tanışabiliriz bir gün.

İspanyol Merdivenleri’nde ve Piazza Spagna’da bir geziye çıkmadan önce:


Babington Çay Evi: 1893 yılında girişimci iki İngiliz kadının evlerinden uzakta yaşayan İngilizlerin çaya, evde pişmiş bir keke ya da kurabiyeye özlemlerini giderebilmeleri için açtıkları, bugünlere kadar ulaşş bir kafe. Merdivenlerin sol tarafının uzun zamandır sokağa mis kokular saçan sakini. Üstüne küçük bir kedinin oturduğu gümüş bir demlikle gelen bergamot aromalı çayınızı yudumlamak ve Keats’i düşünmek için güzel bir mekan. Hâlâ değişmeyen 19.yy dekoruyla da kendinizi başka bir zamanın huzurlu kollarına teslim edebilirsiniz.


Keats-Shelley Evi:  Merdivenlerin sol köşesinin sessiz sakini. Kapının ardında sizi bekleyen romantik bir şairin hayatına ufacık bir dokunuş bırakmak istiyorsanız, kapıyı çalmanız şart. Kitapların o tanıdık kokusunu duyuyorsunuz değil mi?
Keats’in ilk dizeleriyle ve idealist öğretmen John Keating ile tanışmak için Ölü Ozanlar Derneği’ni, Keats’in ilk aşkının ve kısa yaşamının anlatıldığı hikayeyle tanış
mak için ‘’Parlak Yıldız’’ (Bright Star) filmini mutlaka izleyin.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

ŞİİRİN KAYIP PRENSİ; KEATS” yazısında bir düşünce

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir