Marquez hayatıma nasıl girdi?

 

Selçuk’la tanıştığımız zaman o üniversitede öğrenciydi. Ben de üniversite sınavına hazırlanıyordum. Kuzeninle aynı apartmanda, yan yana dairelerde oturuyorlardı. O dairede oturuyor olması da bir sürü olasılığın bir araya gelmesinden oluşuyor. Güzel bir hikâye aslında; yeri gelirse bir gün burada onu da anlatırım.

Selçuk’la -biz lise yıllarında buna çıkmak diyorduk- ilk çıktığımız gün Taksim’de kitap fuarına gittik. Aslında fuarın önünde uzayan giden kuyruğun bir yerlerinde buluştuk. Soğukta yüzümüzde kocaman gülümsemelerle mutlu mesut bekledik. O günden ne zaman bahsetsek Selçuk, üstündeki lacivert-beyaz çizgili kolej montumu anlatarak hep beni utandırır. Levis’in meşhur montlarından bahsediyorum. Keşke o montla bir fotoğrafım olsa da burada paylaşabilsem.

O ilk günden sonra çoğu zaman Taksim’de buluştuk. McDonalds’da yemek yer, sonra Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki pasaja girer, sahaflardan kitap toplar, saatlerce gezinirdik. Bugün hâlâ o pasajda sahaflar var mıdır, bilmiyorum.
Selçuk Can Yayınlarının kitaplarını gördü mü dayanamaz hemen alırdı. Kendimle ilgili bir anım yok ne yazık ki! Sahi ben ne alır, ne okurdum o zamanlar? İnanın pek emin değilim. Herhalde ders kitapları okuyor, boş zamanlarımda da aşık aşık geziniyordum. Baksanıza kendimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum!

Sahafın rafında Latin Amerikalı bir yazar mı var, o kitap mutlaka alınırdı. Tahmin edersiniz ki en sevdiği yazar Marquez’di. Selçuk Marquez’i yalayıp yutup, Marquez hakkında methiyeler düzerken; ben ağzı açık ayran budalası gibi onu dinlerdim.
Ben de büyüyecek, ileride bir gün ben de Marquez’i okuyacaktım.
Bu kadar aşıkken ve kitaplar konusunda kendime güvenim tamken, zaten okumamam mümkün olamazdı.

Selçuk’un dilinden düşürmediği ve karşına çıkan herkese tavsiye ettiği kitap tahmin edeceğiniz gibi ”Yüzyıllık Yalnızlık”tı.
Bir gün dayanamadım aldım kitabı elime. Kitabın yarısına geldiğimde, kim kimdir, hangi baba kimin babasıdır, hangi çocuk kimin oğludur şeklinde soruları kendime sorup duruyor, durmadan önceden okuduğum sayfalara geri dönüyor ama aradığım soruları bir türlü bulamıyordum. Üstüne üstlük şu uykusuzluk hastalığı da iyiden iyiye sinirlerimi bozuyordu.
Sevgilimin yüz karası olarak tarih sayfaları arasındaki yerimi aldım tabii. Marquez’i bu kadar sevmesine ve etrafında sevdiği adamın anlamayan tek kadın olmama rağmen benimle evlendi.
Aşk işte! Umarım pişman değildir.

Sonra aradan uzun çok uzun yıllar geçti. Ben Marquez okumak için kendime tekrar şans verdim.
( Marquez‘e de şans vermiş olabilirdim değil mi? Olgunluk işte!) Ama hep başka kitaplarını aldım elime. Yüzyıllık Yalnızlık yanına yaklaşmaya cesaret edemediğim bir anı olarak kitaplığımızda durdu. Geçenlerde kitapçıda Can Yayınları‘nın yeni basım Yüzyıllık Yalnızlık‘ını gördük. Evet, Selçuk ve ben!
Tabii aldık hemen. Çünkü ben bu aralar bir daha Yüzyıllık Yalnızlık’ı okuyacağım.

Çok önemli not: Ben bu yazıya Carlos Ruiz Zafon ve Barselona’dan bahsetmek için başladım. Allam, sadede bile gelemedim. 

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Marquez hayatıma nasıl girdi?” yazısında 6 düşünce

  1. Leylak Dalı diyor ki:

    Aşk işte netcen, hala sadede gelemiyorsun 🙂
    Bu yeni basım Marquez'in kapak çok şükela, benim bile alıp yeniden okuyasım geldi, şapşahane bir kitaptır o ve Selçuk kardeşime Yüzyıllık Yalnızlık sevgisinden dolayı özel selamlarımı yolluyorum 🙂
    Beni de Marquez'le kardeşim tanıştırdı, başka her yazarla onu ben tanıştırdım nerdeyse ama Marquez'le o beni tanıştırdı, Kolera Günlerinde Aşk ile, o da en az diğeri kadar güzeldir. Sonra da adamın külliyatını yuttum, hiç pişman değilim, vaktim olsa bir daha okurum.
    Not: Nedim Gürsel son kitabı ile beni hayal kırıklığına uğrattı 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Sahiden! Gelemiyorum. Konu aşk ve kitap olunca konuşup duruyorum. Yoksa artık sadece konuşup duruyor muyum???? Hahaha, ben büyümüşüm ya kendimle dalga bile geçiyorum artık:))))
      Valla söz veriyorum, Yüzyıllık Yalnızlık'ı okuyacağım, çok beğeneceğim ve sizlere layık bir eş ve arkadaş olacağım.
      :)))) Nedim Gürsel'in son kitabı beni de çok hayal kırıklığına uğrattı. Allahım daha fenalarından saklasın, bu yazdığı en kötü kitabı olsun inşallah:)

  2. BAYKUŞ GÖZÜYLE... diyor ki:

    Çok güzel anlatmışsın kitaba kadar gelen anılarını;) kitabı belki bir 7-8 yıl önce okudum, şimdi sadece çok sevdiğimi hatırlıyorum o kadar…
    Bu arada Can yayınlarının yeni basım kitap kapakları da hoş, değil mi?
    Sana bu kez başarılı bir okuma diliyorum Özlemcim:))

    • özlem öztürk diyor ki:

      Selçuk'a okuttum akşam yazdıklarımı, bazen onun hakkında yazınca oku bakalım diyorum. Aaaa, çok kısa olmuş bir yazı, yarım kalmış dedi. Ben de, senin hoşuna gitti tabi sendne bahsedilmesi dedim:)))) Valla ne güzel günlermiş! On sene sonra da bu günler için mi öyle diyeceğiz Natalicim?
      Bu kez başaracağım Natalicim, senin Kar kitabına başlamak için karın yağmasını beklemen gibi bende uygun zamanı bekliyorum. Madem Can Yayınları benim için tekrar basmış bu kitabı, bende okuyacağım:) Çok öpüyorum seni ve İns'de keyifle takip ediyorum seni:)))

  3. Sittirella diyor ki:

    Özlem 🙂
    Yalnız değilsin! :)))
    Kim kimin babası idi, hangi oğulun karakteri neydi? karmakarışık.
    Hatırla desen hatırlamam :/ Okurken de durup durup düşündüğüm çok oldu.
    ''Aman allaaaam! Muhakkak okumalısın!!!'' da demem.
    Sana -gerçekten arkadaşça- bi' tavsiye; Marquez sevmek istiyorsan önce Kırmızı Pazartesi'yi oku.
    En azından ilişkiler bu kadar karmaşık-çapraşık-içinden çıkılmaz değil ve anlatımı çok güzel.
    Açılışı Kırmızı Pazartesi ile yaptıktan sonra Yüzyıllık Yalnızlık'ı okuması sana daha kolay gelecek.
    ''Yok, ben illa bunu okuyacam'' dersen de oku gör gününü :)))
    Asya demişti dersin :)))
    Ben kitap sever bi' arkadaşın olarak görevimi yapayım da 🙂

    • özlem öztürk diyor ki:

      Bu tavsiyelerden sonra Kırmızı Pazartesi'yi okurum bende! Marquez'i severim aslında, hatta o da beni sever:) Birkaç kitabını okudum ve çok sevdim hatta. Aslında Latin Amerika Edebiyatı çok hoş: mistik öğeler, cinler, periler, efsanaler, hikâyeler….
      Şimcik şöyle yapacağım ben: Önce Carlos Ruiz Zafon'un elimdeki kitabını bitireceğim. Marina'yi bitirdim, başka bir kitabına başladım. Bu kitabın adı, ''The Watcher in the Shadows''. Bunu da çok sevdim, ama biraz benzerlik buldum Marina ile, orası birazcık canımı sıktı. Böyle de kaprisli bir okurum. Neyse, diğer Carlos Ruiz kitabını da okumak istiyorum hemen peşi sıra… Ondan sonra önümdeki maçlara bakacağım. offff okunacak çok kitap var yaa!!!!!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir