Pazar Sendromu

Pazar sendromu… Bir de bu çıktı başımıza…

Hedef: Hızlıca bir yazı yazıp yayımla tuşuna basmak ve yazıyı silmeden buradan uzaklaşmak.

Bugünlerde yazıyor, yazdıklarımı yarım bırakıyor, sonra da yazdığım yazıları silip hızla buradan uzaklaşıyorum. Ama içimde bir şeyleri eksik bırakmışım hissi kalıyor. Sıradan bir pazar sabahı… Uzun zamandır pazar sabahlarımız ve pazar günlerimiz böyle. Hiçbir şey yapmadan, yapabileceğimiz olası şeylerin hayalini kurarken geçip gidiyor.

Pazar sendromu, pazar kitapları...
Pazar sendromu, pazar kitapları…

Pazar sendromu mu?

Evde sabahçı olan benim. Kalkar kalkmaz bizimkilere sesleniyorum. Ev ahalisi halimi bildiğimden otomatiğe bağlamışcasına, “Beş dakikaya kalkıyoruz.” diye cevap veriyor, en nihayetinde de kırk beş dakika sonrasında kahvaltı sofrasında buluşmuş oluyoruz. Tereddütsüz elim Spotify’e uzanıyor ve tüm evi benim cazcı kadınların sesiyle dolduruyorum. Ella yapıyor girizgahı, ardından Nina geliyor, sonra da diğer kızlar….Kim demiş caz sabah kahvaltılarına yakışmaz diye. Çaydanlıktan da fokur fokur kaynama sesleri geldi mi değmeyin keyfime.

İşin en sevmediğim kısmı sofra toplamak. Allahtan her seferinde Selçuk yardım ediyor. Ben bir çayın üstüne bir çay daha içerek sofra sefamı uzattıkça uzatıyorum.

Kitap mı okusam, blog mu yazsam?

Her hafta sonu hafta içinden yapmayı planladığım bir şey var aslında: Kitapları toparlamak. Kitapları toparlarsam kafamı da toparlarmışım gibi geliyor. Evin iç dağınıksa ben de dağınığım. Net! Liste manyaklığım buradan geliyor. Oğlanı da kendime çevirdim. Oğlan da altından kalkamayacağı listeler yapıyor. Ödevlerini, projelerini, sınavlarını, yapması gereken her şeyi sıralıyor. Bilgisayar ekranına yazıyor. Bitirdikçe de listedeki maddelerin üstünü çiziyor, yeni maddeler ekliyor ve yaptıklarıyla gurur duyuyor. Benden daha yetişkin bir insan olarak o listenin asla bitmeyeceğinin farkında.

Ben öyle miyim?

Hayır.

Benim liste her yerde. Panoda, işyerindeki masamda, bilgisayarımda ve kafamda. O listenin asla bitmeyeceğinin bu yaşıma geldim farkına varamadım. Evin toplasam da dağılacağını, dolabımdaki kıyafetlerimin asker gibi sıralı kalamayacağını, bulaşık makinesinin her boşalttığımda tekrar dolacağını kabul etmek istemiyorum.

Kitap mı okusam, blog mu yazsam diye düşünüyorum.

Kitaplarımı toplamayı başka bir hafta sonuna bırakıp şimdilik sadece başucumdaki kitapları bir rafa yerleştirip rahatlıyorum. Başucumdaki kitaplar uzun zamandır okunmayı bekliyor ve ben okumuyorum. Ne yapacağız şimdi? Yaşamaya devam edecek miyim?

Pazar ikilemi: Bahçede mi evde mi otursak?

Derde bak. Dışarıda boğucu bir hava var. Dışarı çıkıp oturayım desem mutfağa taşıdığım şezlongları tekrar dışarı çıkarmam gerekecek. Vallahi yemiyor gözüm. Linç yeme ihtimali göze alarak söylüyorum. Kimse de bana bu dünya sadece bizim, hayvanların dünyasını zapt ettik falan demesin. Evet arkadaşlar, kedilerden yıldım. Yeminle yıldım. Sayelerinde her koltuk ve sandalyeyi her sabah dışarı çıkarıp akşam eve geri taşıyordum. Şimdi yeni bir çözüm buldum. Artık hiçbir şeyi dışarı çıkarmıyor, böylece içeri taşımıyorum. Site içinde bahçesini bahçe olarak kullanan insanlar giderek azalmaya başladı. Herkes kış bahçesi gibi kapalı alanlar yaratıyor. Böylece eşya taşıma derdi bitiyor. Ben hâlâ direnç gösteriyorum. Ama nereye kadar?

Bir de kedilerin her taze toprağa pisleme huyları var. Selçuk pok temizlemekten yoruldu. Evet biliyorum kediler de bir yerlere pislemeli. Bu dünya aynı zamanla onların. Doğayla yaşamayı öğrenmeliyiz falan. Söylediğiniz hiçbir şey fikrimi değiştirmeyecek. Belki söyleyeceklerim sizin benim hakkımdaki fikrinizi değiştirir. Gerçek şu: Kedilere zarar vermiyorum ama sevmiyorum da. Kışın soğuk havalarda üşümesinler diye ısıtıcıyı açık tutuyorum, yemek koyuyorum ama kapımın önüne pislemelerinden hiç hoşlanmıyorum. Onları seven komşucuklarımın kapısına pislerlerse daha mutlu olacağım. Tabii gerçek şu ki: Herkes kedileri seviyor ama kimse mamalarını kendi kapısının önüne koymuyor. Tuhaf di mi?

Kedi severler için not: Köpek, benim hayvanım köpek arkadaşlar.

Aşk romanları okuyan kadın….

Aşk romanları okuyorum. Romantik romanlar… Hani şu sonunda illa ki kavuşulan romanlar var ya onlardan. Kitaplarda olsun bir şeyin sonunun iyi biteceğini bilmek yaralı bünyeme iyi geliyor. En son Emily Henry’nin Kış Yaza Kavuşunca diye bir kitabını okudum. Yazar tıkanıklığı yaşayan iki rakip yazarın yan yana evlerde bir yazı geçirmeleri, aralarındaki çekim falan… 😍

Durum şu ki, kitap ya çok kötü çevrilmişti ya da editör kontrolünden geçmemişti. Okurken birçok yerde koptum. Cümlelerin başıyla sonunu birleştiremedim. Ardından Türk bir yazarın kitabını okudum. İG’de bir arkadaşımın hesabında gördüm. İtalya sularında geçtiğini görünce de bu haftanın kitabı ilan ettim kendisini: Pınar Güncal’in İtalyan Usulü Aşk isimli kitabı.

İtalyan Usulü Aşk

Türk yazarlardan bir şey okuyunca genel olarak pek bir şey söylemek istemiyorum. Kitabı hoşça vakit geçirmek için okudum ve çok da güzel vakit geçirdim ama aksayan çok şey vardı demeden de geçemeyeceğim. Ana karakterimiz İnci kendi ayakları üzerinde duran, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, feminist bir karakter. İtalyan damat Dante de tam Türk versiyonu, maço bir tip. Hatta mafya geçmişi bile var. Ona göre kadının en önemli görevi çocuklarını yetiştirmek falan. Kitabın genelinde çoğunlukla İnci’nin duygularından bahsediliyor. Dante, erkek karakterimiz olmasına rağmen İnci’nin figüran oyuncusu gibi. İnci şöyle başarılı, böyle başarılı, kendi ayakları üstünde duruyor diye sıklıkla söyleniyor ama gerçek şu ki İnci batmış. İnci battığı için de elin İtalyanı gelmiş kıza ortak olmak istiyor zaten.😀

Kızımız İnci her Türk kızı gibi adama her seferinde postayı koyuyor, ardından da aşkına sahip olmak adına adamın peşinden koşuyor. Demek istediğim şu ki, yazarın anlattığı İnci ile aksiyon alan İnci birbirinden çok farklı. Kitabın sonu geliyor, adam kıza sevdiğini söylemiyor. Neticede kız adam ona sevdiğini söylemeden, ileride severim iddiasının ardına sığınarak adama gidiyor. Etrafımızda çok var di mi böyle aşklar? Belki bir gün diye diye sürdürülen aşklar… Eee kitap bu elbet! Sonunda hızlandırılmış bir sonla mutlu oluyor çiftimiz.

Bir de yazar kitabın sonunda kendi sorduğu sorulara bile cevap vermiyor. Neden? Bilemedim.

Ama kitabın şurasını çok sevdim. Çok güldüm. Siz de sevin lütfen.

Adamla kız birlikte oluyorlar ve bu kızın ilk birlikteliği. Adam sevişmenin sonunda kıza şöyle diyor: İnci neden bana ilk kez olduğunu söylemedin?

Kız da şöyle düşünüyor: Allah, Allah! Nereden anladı? Oysa ki iyi kotarmıştım.

Adam da şöyle diyor: Bunu anlayabilecek kadar kadınla seviştim.

Komik değil mi? Ben de şöyle demek istedim İtalyan enişteye. Kör değilsen anlarsın zaten Dante’cim.

Neyse, güldük eğlendik. İtalya’da Spello diye bir yer olduğunu öğrendik. Şu pandemi bitse de buralara da gitsek diye iç geçirdik. Mis gibi İtalyan yemeklerini yiyemesek de yemiş kadar olduk. Bu hafta da böyle geldi, geçti işte.

Pazartesi yazılarından birinin içine gömülmek isteyenler BURAYA bir tık yapabilir.

Paul Auster’la bir pazar sabahını okumak isteyenler de BURAYA lütfen.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Pazar Sendromu” yazısında 8 düşünce

  1. Esra diyor ki:

    Canım Özlem, her ne kadar yüz yüze gelmesek de şu sanal alemde nadir sevdiğim insanlardan birisin. İnan her yazını yorum bırakamasam da okuyorum hatta zaman zaman eski yazdıklarını da. O kadar benzer bir şeyler buluyorum ki kendimle ilgili… keyifle okuyorum. Artık öyle bir duruma geldik ki gerçek düşüncelerimizi bile başkalarıyla aynı olmadığı için saklar olduk hatta içimize kapandık. Ama neden? Severim sevmem, isterim istemem bu benim yaw diyemez durumdayız. Neyse konuşacak çok şey var ama yine de susalım. Kısaca gezdiğim günlere müthiş özlem duyma hissi ben de var hatta senin ve senin gibi severek takip ettiğim kişilerin gezdiklerini de özler oldum. Bunların yerini çocukların okul hayatları, oğlanın üniversite nerede olacak telaşı, sınavlar onlar bunlar aldı. Neyse sağlık olsun diyelim ama sen hep yaz mutlulukla okuyorum ben. Sevgilerimle

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Geçen gün senden bahsettik biliyor musun?
      Kuzey (benimki), Can (Figeninki) ve ben oturuyorduk. Tanıdığımız insanlardan bahsediyorduk. Arkadaşlardan, çocukların yakın arkadaşlarından. “Yaa, ben Can’ın arkadaşlarından birinin annesini tanıyorum.” dedim. Aaaa, falan dediler. Sesleri yükseldi hemen. Şaşırdılar. Senden, tanımasam da senin oğlandan bahsettik. 😀 Hatta Kuzey, tanışsam keşke ben de oğluyla dedi.
      Şu okul telaşı var ya, bıktırdı beni. Hani çok da konuşup enerjimi düşürmek istemiyorum ama son 2-3 senedir İngiltere mi Amerika mı, şu bölüm mü bu bölüm mü, sınavlar, yapılacaklar falan derken tükendik. Oğlan da ben de tükendim. Bir an önce hayırlısıyla bir yere yerleşse de kurtulsak gözüyle bakıyoruz. Hepsinin Allah gönlüne göre versin. 🙏
      Yine de biri bana, “Bu çocukların okul hayatı için tükenecek, strese girecek, sinir krizlerinin eşiğinden döneceksin.” deseydin inanmazdım. Ama o haldeyim. Allah yardımcımız olsun.
      Öte yandan, insanlara da sinir oluyorum. Eskiden bir şey demez susardım ama artık tahammülüm kalmamış. Vıdı vıdısı insanlar gibi söyleniyorum. Aşı karşıtlığı mesela. Ya, aşı karşıtlığı nedir? Aşı olmazsın onu da anladım da, o zaman başkalarının yanına gidip hastalığını bulaştıramazsın arkadaş! Çok netim bu konuda ben! Aşı karşıtıysan mesela kendine aşı karşıtı ol. Benim yanına, çocuğumun, annemin yanına gelme. Bir de yayın yapanlar var ki onu hiç anlamıyorum. Benim enerji bitmiş. Parissizlik başıma vurmuş durumda.
      Eylül gelsin, bakalım nasıl gelecek😇 Umudum hep başka baharlar, başka sonbaharlarda….
      Çok öperim seni çok, oğlanı da al bir gün gel. Çocuklar tanışsın. Süper olur.

      • Esra diyor ki:

        Ayy çok sevindim, inşallah inşallah 🙏 aşı karşıtlığı da ayrı bir konu herkesin kafasını karıştırıyorlar olmasak ne olacak nasıl bitecek bu dert çözümünü de söylesinler bari. ah sorma Özlemcim üniversite konularını ! Sabaha kadar konuşmamız lazım anca. Amerika çok uzak dedik vazgeçirdik oğlanı çok istiyordu, ingiltere eşek yüküyle para burs murs yok çoook pahalı, avrupa dedik ilk seneden geri dönme oranı yüksekmiş miş de miş, burası olsa kazanabilecek mi istediğimiz okul sayısı 3’ü geçmiyor, bakalım hayırlısı olsun hepsi için mutlu, sağlıklı olsunlarda… öperim çok selamlar sevgiler

        • Özlem Öztürk diyor ki:

          Amerika bize de çok uzak geliyor. Kuzey çok istiyor, ben de istiyorum Amerikayı ama uzaklık aklıma gelince ben de vazgeçiyorum. Burs falan da almak zor ya. Nasıl alacaklar?
          İngiltere’ye razıyız biz. Onda da Kuzey Londra okulları diyor başka bir şey demiyor. Avrupa zor iş. Yani mühendislik okullarına zor diyorlar. Ama giden ve ardından geri gelen oranlarını duydum 🙂 Ama Almanya zormuş sadece. Bana kalsa mis gibi Hollanda isterim. Dediğin gibi sabaha kadar konuşsak bitmez bu konu. Biz de Türkiye seçeneği hiç yok.
          Allah hepsinin gönlüne göre versin Esracım. Gelsin ve geçsin hayırlısıyla bu zor zamanlarda.
          Çok öpüyorum.

  2. Sonat diyor ki:

    Eski performansa döner misin böyle böyle acaba Özlem’cim? Yazar mısın yine sık sık? Ne güzel oluyor seni okumak. Doyamadım ve yönlendirdiğin eski yazılarını da aynı zevkle okudum. Bu yanıtı da fonda çalan Passenger eşliğinde yazıyorum sana 🙂 Dinlemiyordum ne zamandır. Anımsattın bana.
    Kitaplardan bahsetmek ne güzel. Burada bahsettiğin kitapları okumadım. Senin yazdıklarından sonra da okuyacağımı sanmam. Ama Paul Auster’la bir pazar sabahı yazında bahsettiğin Fournier benim de çok sevdiğim bir yazardır. Akıp giden dili, sanki anlattıklarını yanı başında kulağına fısıldıyormuş gibi yalın yazması, sayfalar boyunca kalbini elinde tutuyormuş hissi… etkiler beni. Hayat, ağdalı cümlelerin ardında kalmadan da çok sarsıcı olabiliyor. “Kuzeyli Annem”i okuyamadım ama. Keşke yeniden basılsa.
    Ben de kuzey edebiyatına takıldım bu aralar. Roy Jacobsen’in bir kaç kitabı var elimde. “Oduncular” ile tanıştık bakalım yazarla. “Görülmeyenler” ve “Beyaz Deniz” ile devam edecek yolculuğumuz. Yine sade bir dil var. Kuzeyin soğuğunu iliklerime kadar hissettim ilk kitapta. Bir de savaşın farklı kültürlerdeki hislerini, izlerini okumak da düşündürüyor beni.
    Bu arada sen mesafeli dursan da, ben kedilerin seni sevdiğini ve o yüzden bahçenden eksik olmadıklarını düşündüm yazdıklarını okuyunca. Kışın açık tutulan ısıtıcı, bırakılan yemekler… Kedi olsam, unutmazdım bana bu jestleri yapan evi:-) Arayı açmadan tekrar yaz olur mu? Dostluk ve sevgiyle…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Sonat,
      Gülümseyerek başladım sana cevap yazmaya. Kedilerle aram gerçekten mesafeli. İşin açıkçası çok korkarım kedilerden. Yavru kedi gördüm mü gözlerim ışıldıyor ışıldamasına ama bir kediye değmişliğim bile yoktur nerdeyse. Kışın soğuğunda üzülüyorum elbet. Ama yeni ektiğim fideleri eşelemelerine, taze her seferinde kokulu hediyeler bırakmalarına gıcığım. Lakin elden bir şey gelmiyor. 😀
      Okuma zevklerimiz benziyor. İskandinav Edebiyatında bir sadelik buluyorum ben. Edebiyatları da mütevazı evleri, yaşam şekilleri gibi. Yalnız okuduklarımdan anladığım kadarıyla biraz fazla mı içiyorlar ne? Hep bir sarhoş olma hali. Fournier bence insanın içini söküyor.
      Romantik kitaplarımıza gelince, kafam kaldırmıyor bu ara çok ciddi şeyleri. Bu okuduklarımla ruhum doymuyor ama birkaç edebi kitabın üstüne de iyi geliyor. Ara ara bir aşk hikâyesinin peşine düşmek, İtalya’da, Fransa’da gezmek, yemek, içmek gibisi var mı?
      Bak şimdilerde IG’de bir profilin çok önerdiği bir kitabı okuyorum. Aydın Engin’in Ben Frankfurt’ta Şoförken isimli anı kitabı. Öyle güzel ki. Keşke Frankfurt’ta okusaydım diyorum sayfaları çevirirken. Ardından da yine tavsiye bir kitap okuyacağım. Onu da yazarım sana.
      Yorumun için çok teşekkürler. Yazmak güzel. Ama insan yazdıktan sonra misafir yolu gözlermiş gibi yorum yolu gözlüyor. O yüzden şuradaki yorumlar yüreğime dokunuyor. Bilesin.
      Çok öpüyorum.

  3. İlkay diyor ki:

    Ben de bazı yazılarımda yazdıklarımı hemen yayınlamamışsam asla yayınlamıyorum. O yüzden çok düşünmeden basıveriyorum yayınla kısmına 🙂 Listeler konusunda da benzer durumları yaşıyorum. Liste yapmayı çok severim ancak çoğunlukla gerçekçi listeler yapamam. Yaptığım listedeki maddelerin üstünü karalamanın hazzı bambaşka ama o listelerin sonu asla gelmez. Yapılacaklar listesi yaparım, kitap listesi, film listesi ve daha pek çok konuda liste yaparım uzun uzun. Yol gösterirler mi, evet. Ama listeleri uzatma alışkanlığımı bıraksam bir yerlere varabilirim belki 🙂 Kedi kısmındaki siteminizde de haklısınız. Herkes kedileri, hayvanları seviyor sözde -ve sosyal medyada- ama kim onlar için bir kap koyuyor kapısına? Azınlık. Gerçek bu. İtalyan Usulü Aşk’ı okusam sinir krizi geçirirdim herhalde 🙂 Çok güzel bir yazı olmuş, keyifle okudum. Güzel bir hafta dilerim 🙂

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Tadı kaçıyor değil mi? Yazdığın anın ruhunu başka bir gün yakalayamamaktan kaynaklanıyor olabilir. Ben de öyle oluyor. Üstünde çok düşünürsem yazdıklarım anlamsız geliyor. Bazen yazdıklarımın neye hizmet ettiğini düşünüyorum. Aslında hiçbir şeye hizmet etmesi gerekmiyor. Hep tekrarlayıp duruyorum, “Burası benim alanım! Kime ne?” Ama öyle olmuyor yine de.
      Mesela, İtalyan Usulü Aşk… Yazara haksızlık etmek istemem. Yadsınamayacak bir emek var ortada. Ama ben şahsen maço erkeklerin yüceltildiği, kıskanmanın ya da kıskanılmanın sevginin olmazsa olmaz şartı gibi gösterildiği durumlara sinir oluyorum. Kitapta da anlatılan kadın kahramanla, aksiyon alan kadın kahraman birbiriyle örtüşmüyordu. Bir de aşırı yiyip hiç kilo almıyordu. Vejeteryan ama çocuğun halası verince etleri yiyor 😀 Gerçekten ne istediğini bilen, kararlarının arkasında duran bir karakter. Ben de anlamamış olabilirim İnci kızımızı ama hislerim bu. Yine de kitabı okumak dediğim gibi keyifliydi.
      Bu aralar düşündüklerimi söyler oldum. Söylemesem mi acaba? 😀
      Kediler, kediler, kediler…. O bambaşka bir mecra. Kediler hakkında bir şey söylemek için insanın önce zırhını giymesi lazım.
      Çok teşekkür ederim uğradığın, konuk olduğun için.
      Sevgiler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir