Hayat Akarken: Paris, İğneada ve Longoz Ormanları

Yazı Paris’ten başlayıp İğneada civarına kadar uzanacak. Biraz evden ve kendimizden uzaklaşma, tatlı bir kaçışın yazısı bu yazı. Bu da böyle olsun!

Kuzey’i üniversite için bırakıp geldiğimizden beri Selçuk’la baş başa kaldık. Ev bomboş. Akşamları eve şöyle bir uğruyor, her davete katılıyoruz. Günleri, geceleri değil, saatleri dolduruyoruz. Meğer, “Akşamlar bana kalınca şunları yapacağım, şöyle kitap okuyacağım, şöyle spor yapacağım.” cümlelerinin hepsi suya yazdığım cümlelermiş çünkü daha bu dediklerimin hiçbirini yapmadım. Kendimi dinlememek, Kuzey’in yokluğuna dair düşünmemek için sanki durmadan hareket ediyormuşum gibi hissediyorum. (Şimdilerde bunun farkına varır gibiyim.)

İğneada Longoz Ormanı

İngiltere’den ayrılmadan hemen önce kitapçıdan birkaç kitap aldım. Gittiğim her yerden yanımda kitapla dönmeyi seviyorum. Paperchase’den bol bol kalem, defter… Ama en sevindiğim yeni yıla girerken kullanacağım Moleskine ajandam oldu. Sanırım içine yazdığım her gün ajandayı aldığım kitapçıyı, Kuzey’ciğimin hayatının üç yılını geçireceği sokakları, taş döşeli yolları, o güzel nehri düşünüp kendimi avutacağım.

Dünyanın bir köşesinden, başka bir köşesine…

Buraya döner dönmez fazla düşünmeden işlere daldık. Arkadaşlarımızla buluştuk, sohbet ettik, şarap içtik. Ardından Selçuk’un güzel sürpriziyle Paris‘e gittik. Burayı yıllardan beri okuyanlar zaten biliyor Paris’in benim için ne ifade ettiğini. Belki başka bir yazıda Paris’i, şehre karşı hissettiklerimi, gittiğimiz güzel restoranları anlatırım. Hava o kadar güzeldi ki kaldığımız süre boyunca nerdeyse tişörtle yürüyerek tüm şehri baştan sonra gezdik. Hem yürüdük, hem de ekim ayının sonunda Paris’te hava nasıl olur da böyle güzel olur diye şaşırıp durduk.

Shakespeare and Co.’ya uğrayıp bir küçük hediye, bir de kitap aldım kendime. Yıllardır gittiğim bu kitapçıda tuhaf bir his sardı içimi. Bunca zamandır hissettiğim kitapçı ruhunun bu tarihi kitabevini artık terk ettiğini düşündüm. Kapının önünde içeri girip rehber kitaplardaki yapılacaklar listesine bir tik atmak için sırada bekleyen onca insan, kalabalıklardan bunalmış çalışanlar, yerleri (belki de içerideki kalabalığa yer açmak için) değiştirilmiş kitap rafları ile bir şeyler yok olmuştu sanki raflardan, duvarlardan. Evet, boşalan yan dükkanların duvarları kırılıp kitabevi genişliyordu genişlemesine ama Shakespeare and Co. bu değildi bence. Romantik yanım mı böyle hissetti bilmiyorum ama kasada para ödemek için bekleyen onca insana rağmen bu sefer orada olmak kalbime dokunmadı. 

Geçen hafta pazartesi akşamı eve döndük. Heybemde iki tane Fransız ekmeği ile birlikte. 😊

Salıdan cumaya yine çalışarak zaman geçirdik. Dönüşü her akşam bir arkadaşımızla kutladık. Peşine tekrar cumartesi sabahı yola koyulduk. Uzun zamandır gitmek istediğim, hayalini kurduğum bir yere: Longoz Ormanına. Yılın kocası ödülünü Selçuk’a vereceğim. Kuzey’e gidelim diye tutturmayalım diye beni mi eyliyor, yoksa kendisini mi bilmiyorum. Ama çok uzun zamandır gitmek istediğim bir yerdi. Longosphere’den yer ayırtmış. Aslında bir haftasonunu evde geçirelim diye düşünmüş ama bu haftasonundan sonra yağmurlu görünüyormuş oralar. Bir de otel doluymuş. 😊 Şunu öğrendik ki yağmurdan sonra bu ormanlara gitmek de çok kıymetliymiş çünkü insanlar mantar toplamaya gidiyorlarmış.

Longosphere-İğneada

Seyahat Notları: İğneada

Longosphere sanırım birkaç yıllık bir işletme. Ağaçların altına minik, tahta barakalar (çadırlar) koymuşlar. Bungolov mu deseydim? Daha mı havalı olurdu? Sincap tipi üçgen barakalarda tuvalet yok, kaplumbağa ve şimdilerde sisteme eklenen kaplumbağa plus barakalarda tuvalet var. Bence tuvaletsiz (ortak tuvaletle) konaklamak çok kolay değil. En azından bizim için. Temiz barakalar bu yapılar. Ağaçların içinde, doğayla iç içe. Son derece konforlu. İşletmenin çok güzel bir restoranı var. Güzel müzikler çalıyor. Ücret karşılığı katılabilecek bir sürü de aktivite var. Yürüyüş dışındaki aktiviteler bana uymadı. Seramik yapımı falan zaten işimden dolayı hiç ilgimi çekmiyor. Ama sabah ve akşam Longoz Ormanları Milli Parkı içinde yürüyüş düzenliyorlar.

Longoz Ormanları

Yürüyüşe rehberlik eden Tayfun diye bir arkadaş var. Tayfun’u işini, doğayı sevmesinden dolayı biz de çok sevdik.(Longsphere bünyesinde yürüyüşler düzenliyor. Keşke telefonunu alsaydık.) Hem cumartesi hem de pazar günü ormanın içindeki bu yürüyüşlere katıldık. Yürüyüşlerin tadı damağımda kaldı. Doğanın içinde olmak, kurumuş yaprakların üstünde yürürken çıkan sesleri dinlemek öyle iyi geldi ki bize. Orman yürüyüşünde puro yakan arkadaşlar da vardı gerçi.

İnsan her gün böyle yürüyüşler yapsa ömrü uzar bence. Paris sokaklarında hiç durmadan yürüdükten sonra ormanın içinde adımlamak ruhumuzu hafifletti. Keşke şehir hayatını ve doğa hayatını birlikte yaşayabilsek. Rehberin de varlığından olsa gerek kendimi son derece güvende hissettim. Bu ormanlarda denize yakınlığından dolayı hiç ayı yokmuş. Yılanlar mevsim itibariyle çoktan kendi köşelerine çekilmişler. Yaban domuzları da siz onların peşinden gitmeye kalkmazsanız size arkalarını dönüp gidiyorlarmış zaten.

İğneada nasıl bir yer?

Buraya kadar gelmişken etrafı da gezelim dedik. Balık işini Rota Balık’ta yaptık. Limana da gittik ama balığımızı tepedeki restoranlardan birinde değil de deniz kenarında yemeyi tercih ettik. Balık yemeğe o kadar kararlıydık ki hiç meze söylemedik. Bir roka salatası, kalamar tava ve mevsim gereği palamut söyledik. Salata da kalamar tava da nefisti. Palamutu normal şartlar altında hiç yemem. Bu mevsimde çok güzel olur falan denince hadi dedim, bir şans daha vereyim. Ama yok! Benim palamuda şans vermeme gerek yok. Sanırım bol yağda kızartılmıştı. Yedim ama çok keyif almadım. Bu sebepten ihaleyi Rota Balık’a bırakmak istemiyorum. Onun yerine etrafa laf söyleyeceğim.

Ömrü boyunca bizim kıyı şeritlerimizin dışında yerlere gitmemiş olanlar, (ya da daha iyimserler) yurdumuzun cennet olduğunu tekrarlayabilirler. Elbette yurdumuz cennet ama biz cenneti cehennem yapıyoruz. Saçma sağan, doğaya zerre saygısı olmayan yapılar, birbiriyle uyumsuz binalar, etrafa atılmış çöpler…

Beğendik’i beğendik mi?

Estetikten bu kadar uzak olmamız karşısında her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum. Civardaki köylerin çirkinliği anlatılır gibi değil. En batı ucundaki sınır köyü Beğendik‘e kadar araba ile gittik. Beğendik köyünün ismine inat ne çirkin bir yerleşim olduğunu görüp inanın şaşırdık. Arkadaş bir köy bu kadar mı çirkin olur. Önünde göz alabildiğinde uzanan bir kıyı şeridi var be kardeşim. Deniz her yerde aynı deniz!  Bir sahilin kıymeti bu kadar mı bilinmez? Orada da tenekede tavuk yapan biri varmış: Sabri Usta’nın Yeri. Selçuk internette okumuş. Görünce anımsadı. Bir gün önceden telefon açıp haber veriyormuşsun, tenekede tavuk yapıyorlarmış. Yiyenler pek beğenmiş. Tadı güzel de olabilir ama bir sahile böyle tenekeden saçma sapan yerler nasıl yapılır? Hem bu ülkede yaşayıp hem de hâlâ şaşırıp kalıyorum ya ben de kendimi anlayamıyorum.

Aman diyeyim arkadaşlar! Yazın bu ilçenin nüfusu deniz turizmi için gelenlerle 50 bin civarına çıkıyormuş. Benden size söylemesi: Hiç çoluğunuzu, çocuğunuzu alıp buralarda perişan olmayın. Günübirlik Şile sahiline gidin, buradan bin kat iyidir.

İğneada merkez desen saçma sapan yapılarla dolu bir yer. Tek katlı, iki katlı, dört katlı yapılar yan yana. Sahilde bilmem kaç katlı dev gibi bir bina. Anlamak mümkün değil. Sokaklar, -kimse kızmasın-, başıboş köpeklerle dolu. Merkezdeki küçük meydanın civarında dolanıp duruyorlar. Sanırım bir de kebapçı var orada. Onun önünü mesken tutmuşlar. İnsandan çok köpek var ortalıkta.

Bir de kasabanın merkezine ineyim bir çay içeyim, ya da bir köy kahvesinde ulu bir çınar ağacının altında bir kahve keyfi yapayım diyorsanız bu hayalinizi de heybenize koyup doğru Assos köylerine. Siz bu hayali ancak Behramkale Köyünde, Adatepe Köyünde, Yeşilyurt Köyünde yaşarsınız. Köydeki kahvelerin hepsinde köyün erkekleri toplanmış, kağıt oynayıp etrafı kesiyor.

İğneada Merkez

İğneada ve civar köylerine dair son söz…

Şu kadar söyleyeyim: Bir kez daha gitsem yine Longosphere’de konaklar, Milli Parkların içinde mutlulukla gezerim. Ama civarda bir yere gitmeyi asla düşünmem.

Dediklerime kızacak olanlar lütfen önce Almanya’nın, Avusturya’nın köylerine baksınlar. Fransa’nın sahil şeridindeki küçük kasabası Etretat’a bir göz atın. Geçmişe saygılı, korunmuş güzel yapıların hem sahiplerine, hem işletmelere nasıl para kazandırdığını bir görün lütfen. İğneada gibi İstanbul’a bu kadar yakın bir sahil şeridinin bu halde olması inanın içler acısı.

Blog yazılarımdan e-posta ile haberdar ol

Yorum yazmak için tüm yorumların altındaki alanı kullanabilirsiniz.

Hayat Akarken: Paris, İğneada ve Longoz Ormanları” yazısında 10 düşünce

  1. Prof. Bıcık Bıcıkhanoğullarından diyor ki:

    Yıllar önce gitmiştim aynı hislerle dönmüştüm, diğer yorumlarda denildiği gibi bu sadece İğneada için geçerli değil maalesef tüm doğa harikası yerlerde durum bu, Nemrut kraterinin içinde bile piknikçilerin arkasında bıraktığı çöpleri toplamıştık. Dolaştığım yerler arasında, doğal güzellikleri estetikten yoksun yapılarla çirkinleştirmede bizden daha beterini görmedim. Gelişmiş ülkelerin köylerine kasabalara hayran olup olup dönmeye devam edeceğiz gibin.

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Canım Profesörüm,
      Yorum mu yazdın sen bana? Ay bi’ ciddi de olamadım. Umarım sensindir yahu. Çünkü öperim seni diyeceğim. Canım can dostum benim ya. ❤️ Buralara uğrayıp yazdıklarımı okumuş. Yorumdan ziyade, iyi ki varsın yahu ❤️ İyi ki hep hayatımın içinde, hep kalbimin en güzel yerindesin ❤️

  2. Esra diyor ki:

    Özlem’cim, yazdıklarının çoğunda kendi hislerimi bulduğum için midir bilmiyorum çok seviyorum yazılarını. Şu Shakespeare & Co için bende uzun kuyruklarda bekleyip içeri girdiğimde aynı düşüncelerde buldum kendimi, keşke beklemeseydim demiştim. Maalesef bazı yerler artık sadece instagram pozu verilecek yerler olmuş. Güzel ülkemde gezmeye gelince ne İstanbul’da ne de başka bir yerde gezmek inan hiç cazip gelmiyor bana da artık, trafik derdi, kalabalıkta yer bulamamak ve senin saydığın sebeplerle birlikte evde oturmayı tercih eder oldum. Kuzey’e gitmeye tutturmayalıma da ayrıca güldüm aynı ben, tutturdum vallahi bu hafta sonu oğlumun yanına kaçıyorum beni kimse tutamadı, böyle böyle alışacağız inşallah çocuklar sağlıklı mutlu olsunlar da. Gezilerini ve yazılarını bekliyorum, öpüyorum seni, sevgiler

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Esra,
      Shakespeare and Co. yıllardır her gittiğimde uğradığım bir kitapçı; biraz da Paris totemim benim. Her gittiğimde bir kitap alır, damgamı bastırır ve içim rahat ayrılırım Paristen. Kuzey’i götürdüğüm ilk seferde sahibinin vefatı yüzünden kapalıydı. Ne üzülmüştüm birlikte o kapıdan içeri adım atamadığımıza. Yıllar içinde çoook popüler oldu, kitaplar hem pahalandı hem de sanki çeşitliliği azaldı. Bir kitabevinden öte, para basan 1940’ların tarihine güya eşlik eden müzemsi bir yere döndü. Kitapseverlerden öte, tik atmayı seven rehber kitap turistlerinin uğrak yeri oldu. Buna da kızmıyorum elbet ama ben aradığımı bulamıyorum artık. İçeri girdiğimde de kapıda bekleyenleri düşünüp rahat rahat gezinemiyorum. Eski günleri hatırlayacağım artık
      Ne güzel yapmışsın biletini alıp Emir’in yanına giderek. Vallahi tebrik ederim. Selçuk beni kandırıyor burada. Kendi de çok özlüyor ama biraz izin ver oğlana kendini bulsun diyor. Ne kadar haklı bilmiyorum ama Aralık 10’da Kuzey’in bileri var İstanbul’a. Nasıl dayanırım bilmiyorum ama gelemezse ilk uçakla giderim. Çok açık! Canın nasıl istiyorsa öyle yap. Benim yerime de sarıl oğluna. Anne- oğul buluşması gibisi var mıdır yahu?
      Çok öpüyorum seni çok. Güzel buluşmalar olsun bütün buluşmalarımız.❤️

  3. esen diyor ki:

    Bizim köyde de öküz gibi koca koca otelleri, apartları kondurdular Özlem 🙁 Köy derken köy de kalmadı ki artık, hepsi birer mahalle. Köy olarak kalsa, korunsa, kısıtlansa devlet tarafından.. Keşke.. Bakarken sinirim oynuyor çirkin binalara..
    Ne güzelmiş ama orman bak! Tatlı tatlı, serin serin..
    Güzel gezmeleriniz, güzel kavuşmalarınız olsun :*)

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Esen,
      Öncelikle güzel dileklerin için teşekkürler. Oğlanı çok acayip özledim. Burnumda tütüyor. Hem çok arayıp rahatsız etmek istemiyorum, hem de sesini duymamaya dayanamıyorum. Ev bomboş 🙁
      Ya, aslında köylerle ilgili çok şey de beklemiyorum. Yani; köyle mini şehirler olsun, her şey modern olsun falan değil derdim ama temiz de değil etraf. En çok ona sinir oldum. Eskiden köye evlerinin önünde yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar olurdu mesela.
      Keşke şu erkek egemen köy kahvelerinin yerinde kadın işletmeleri olsa. Tazecik çay, fırından yeni çıkmış bir kurabiye… Çok şey değil ki istenen, hayal edilen. Köylüler de artık halden alınan domatesleri yerli turiste organik diye çakma telaşına düşmüş. Ne yazık ki çok iyi niyetli olamayacağım. Resmen bu konuda hayal kırıklığıyla evime döndüm.
      Ama orman ne güzel, ne güzel :)))) Çok mutluydum ormanda, çoook.

  4. buket diyor ki:

    Merakla Kuzey’i bıraktıktan sonra yazacağın yazıyı bekliyordum. Duygularını çok iyi tahmin edebiliyorum. Şimdiden ben ne yapacağım, nasıl bir sessizlik evi kaplayacak diye kara kara düşünüyorum. Çok zormuş bu annelik. Zamanında annemde ben Ankaraya gidince çok üzülmüş. Babam gece yarısı yatağın sallanmasıyla uyanırdım , ne oluyor dermiş, annem uyanmış için için ağlıyor. Sonra ki günler de yüzünde dolu beze çıkmış. Bana söylediğinde çok da umursamamıştım. ah gençlik!
    Köyler, şehirler için yazdıklarına tamamen katılıyorum. Öyle bir zevksizlik, özensizlik içindeyiz ki yok değişmez bu. Bizim köyün bir halini görsen. Evlerin önü eskicilerin evleri gibi , herkes bir şey biriktirme derdinde. yollar çöp dolu. velilere her toplantıda nedenini soruyorum. ne yapalım hocam rüzgar getiriyor diyorlar. fazla da burunlarından kıl aldırmıyorlar. çocuklara ne kadar çevre ve estetik değerlerini vermeye çalışsak da yaşadıkları gerçekler yüzünden bu içselleşmiyor.

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Buketcim,
      İnan Kuzey’in yokluğuyla ilgili hissetiklerimi yazmadım. Bu konuyla ilgili içimi hiç deşmiyor, hislerimi didiklemiyor, mutlu olmaya çalışıyorum. Gitti diye mutsuz değilim. Mutlusuz dersem yalan söylemiş olurum ama çok özlüyorum. Öyle çok özlüyorum ki bazen Kuzey’i düşünürken gözlerim yaşlanıyor. Ama hep şöyle diyorum kendime: Kuzey’le birlikte ailecek kurduğumuz bir hayali yaşıyor şu an. O da zorlanıyor, biz de! Ama neticede sebebi güzel bir ayrılık. Sonu da hayırlı olur inşallah. O da bizleri, evini, arkadaşlarını ve İstanbul’u çok özlüyor. Özlemimizi bildiğimiz tek yolla unutmaya çalışıyoruz: Gezerek 😀
      Paris, ardından Longoz Ormanları. Eylemlerimiz devam edecek. 😀
      İğneada ve civar köylerine gelecek olursak, inan ölçülü yazmaya çalıştım. Ama Allahım bu pislik, bu çirkin yapılaşma ve her şeyi çirkinleştirme, yok etme hali nedir yahu? İnsan yaşadığı yerin kıymetini bu kadar mı bilmez? Bir de, “Ay buralar çok güzel, gidin!” diyenler var. Yok be arkadaşım, inan İğneada merkezde keyfince yemek yiyeceğin, bir bardak çay içeceğin, benim hayalini kurduğum gibi açıp kitabını okuyacağın bir çay bahçesi yok. Üzüldüm ne diyeyim.
      🙁 Biz kendi dünyamızı güzelleştirmeye çalışıp Yunan adalarına methiyeler düzeceğiz. Kimse kızmasın.

  5. Sonat diyor ki:

    İğneada’ya yıllar önce gitmiştim Özlem’cim. Longoz büyüleyiciydi. O zamanlar da merkezde tek tip, çirkin, ruhsuz yapılar vardı. Sahildeki o saçma otel henüz açılmamış ama binası yapılmıştı. Kim izin verir böyle binalara bilmem. Bana da vatan hainliği gibi gelir hep. Ama uğradığımız köyler, köy gibiydi… Yazık, demek oralar da sıradanlığa esir olmuş. Temizlik, düzen belediye hizmeti gibi görülse de, yaşayan insanlar asıl sahip çıkmalı yaşadıkları yere… Etrafa saçılan çöpler, sadece gezginleri rahatsız etmemeli. Her yeri plastikle doldurmamalı insanlar. Pimapenler, plastik sandalyeler… sahil yerlerinde yasaklanmalı mesela. Yerel mimariler korunmalı. Ama tüm ülke her geçen gün birbirinin aynısı çirkin binalarla kaplanıyor ne acı ki. Biz de içinde boğulacak gibi yaşamaya çabalıyoruz. Senin yaşadığına benzer bir duyguyu Gelidonya Feneri’nden dönerken Korsan Koyu’nun yakınında çay-yiyecek molası verdiğimiz yerde yaşadım ben de. Dört mevsim neredeyse ziyaretçisi eksik olmayan Likya Yolunun en güzel parkurlarından birinin üzerindeki ender tesislerden biri, pislik içindeydi. Masalara tavuklar saldırıyor, elinden yediğini kapıyordu hayvanlar. Tesisi işletenler canından bezmiş… Masayı siler misiniz dediğimize pişman olduk. Öyle bir bezle sildi ki, olduğu gibi kalsa daha iyiydi diye düşündük ister istemez. Memleket güzel de, artık içinde yaşayanların güzellikle bağı kalmadı sanki Özlem’cim. Günü en ucuzundan yaşayabilme, bir fırsat bulup yırtma derdinde herkes. Yazık.
    Neyse, yine de gezmek güzel diyelim. Öpüyorum seni çok.
    Dostlukla…

    • Özlem Öztürk diyor ki:

      Sonat’cım,
      Nasıl da güzel anlatmışsın durumu. Biz de aynı şeyleri düşünüp, aynı şeyleri konuştuk inan. Sahil şeridinde ahşap haricinde hiçbir yapıya izin verilmemeli dedik. Önünde inanılmaz güzel bir sahil şeridi uzanıyor ve sen plastikten kocaman yapıları oturtmuşsun oraya. Yazık, vallahi çok yazık! Her yer pislik içinde. Dün bir arkadaşımla konuşurken dedi ki, “Sen dışarıdan gelenler oraları kirletiyor zannediyorsan çok yanılıyorsun. Ne yazık ki bölge halkı yaşadığı yere hiç kıymet vermiyor.”
      Hepimiz aynıyız. Dediğim gibi Milli Park’ta adam puro yakıyor. Daha söylenecek ne var? Hepimiz kendimiz bir şey yapana kadar herkesi eleştiriyoruz ama dönüp kendimize bakmıyoruz. Açık büfe kahvaltıda tabağımızı yiyebileceğimizden fazla doldurmamız bile çok yanlış da yanlışları nereden düzeltmeye başlasak bilmiyorum.
      Ama adım adım Anadolu çok da benlik bir şey değil. Amacım yurtdışı güzellemesi yapmak da değil. Tüm metropoller pis 😀 Ama köyler bambaşka yahu. Küçük, temiz, doğayla barışık ve doğanın içinden bir parçalar. İğneada merkezdeki o koca otel nerdir Allah aşkına? Oraya kim, nasıl izin verir akıl alır gibi değil.
      Ama orman, ah orman! Gördüğüm en güzel şeylerden biriydi.
      Çok öperim seni.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir